Purely Girlish

Benim gittiğim anadolu lisesinde bir grup kız vardı. Bunlar geleni geçeni eleştirir, yetinmez Lavinia* gibi laf sokarlardı. Açıklamalarla şöyle:
(Resimdeki sarının gözlerine bakarak oku.)

Quoi que Lavinia fasse,
Sarah ne se laisserait
jamais intimider. Jamais.
 - Topuklu ayakkabının modası çoktan geçti, bak hepimiz düz Timberland giyiyoruz. Sen neden hala geçen senenin topuklularını giyiyorsun? (Git anana aynen böyle söyle, mutfak masrafından kısıp sana her modaya uygun yeni ayakkabılar alsın)
- Senin cildin çok bozuk, sivilcelerine bir çare bulmayı denesene. (Senin kendi sivilcelerini yeterince takmadığını varsayıp, bir de ben moral bozayım.)
- Öyle mi gülünür! Bağırma. (Adab-ı muaşeret derslerinden)
- Öksürüp durma, yeter artık. (Ağır bronşit olman sadece seni ilgilendirir.)
- Ben kotumu alır almaz yanlardan daralttırım. (Boru paça Loft, paçası balık logolu öteki şey, buz mavileri, siyahlar - bunlar dar giyilir, seninki paçoz.)
- Bu yazdığın vasat. Klişe.
- Saçların kabarık. İndir.
- Kafan büyük.
- Alnın geniş.
- Göbeğin top gibi.
- D.tün karpuz gibi...

Yine böyle bir yargılama anında, mus çorabımın bol/büyük olduğu ileri sürülmüştü. Dizlerimde, bileklerimde fazla toplanıyormuş... O zaman yaşım 13-14 olmalı. Bugün, 29'uma az kala, bir vesileyle annemin çorabını giydim. Ergenliğimde yediğim lafla, kısa boyumun haddini bilip 1 numara çoraba kendimi mahkum eden ben, bugün annemin 3 numara çorabıyla saadet neymiş anladım. Hayatımda bir mertebe kaydettim.

Bu aydınlanma vasıtasıyla, Orhan Veli'nin aşağıdaki şiirini hatırladım. Arz ederim.

Hardalname

Ne budala şeymişim meğer,
Senelerden beri anlamamışım
Hardalın cemiyet hayatındaki mevkiini
"Hardalsız yaşanmaz"
Bunu Abidin de söylüyordu geçenlerde
Daha büyük hakikatlere
Ermiş olanlara
Biliyorum, lazım değil ama hardal
Allah kimseyi hardaldan etmesin.

* Lavinia: Küçük Prenses romanındaki kötü kalpli sarışın, bence kötülüklerin anasıdır.

Bıyıklılar

Kirk yasini geckin bazi adamlar oluyor,
boyle saclari dokulmemis ve uzunca.
Genellikle acik kumral, bazen biraz sarisinca.
Saclarinda gur gumusler ve islak tarak izleri.
Biyiklari kalin kablo dolgun uzun.
Yanaklari biraz pembe, ellerinde sigara.
Erkenden emekli olurlar, veya hafiftir memuriyetleri, kafa rahat calisirlar.
Genclerin esprilerinden anlayabilmektedirler nispeten.
Karilarini ve guzel kadinlari sever gorunurler.
Bu adamlar hep bana
Egleniyor gibi gelirler.

Kalbim seninle (duygusal ve kedili)

Son gunlerde haberlerde gordugum bir adami dusunup duruyorum. Kiraci oldugu evde, ev sahibinin alt katindaki dairede, 3 veya 4 kedi ile yasiyormus (TV bu hususta kararsiz). 80 yasinda dede, uzun iri kel. Churchill'e benziyor desem yeri, sirin degil... Ev sahibi bunu yildirip atmak mi istiyor ne; kedilerle evi mok goturuyor, cevreye rahatsizlik diye ceza kestirmis bilmem kac yuz lira. Dedem kalkmis habercileri almis, agir agir yuruyusuyle gitmis belediyeye. Diyor ki "Benim gelirim yok, emekli degilim, yesil kartliyim. Bu cezayi odeyemem." Belediye baskani da insaf ediyor, "Tamam odeme, sen odedim de." Aksam haberlerinin doldurma malzemelerinden. Ama beni dolduran dedenin ara cikislari oldu:
"Kedilere bakiyorum ben, ac mi kalsin garipler..."
"Ben kedisiz yasayamam, kucuklukten beri kedi sevgisi var bende..."
Kronik kedici dedem benim. May the force be with you.

Üşenmek benim karakterimdir

Erteleme alışkanlığımdan/huyumdan usandım ama gel gör ki vazgeçemiyorum da... Arkadaşlarım e-posta atıyor, okuyup sonra yanıtlarım diyorum. Bir ay, kırk gün sonra cevapsız kalan posta zamanaşımına uğruyor, anlamsızlaşıyor. Bir iç sıkıntısı ile postayı siliyorum.

Hadi yazılı iletişime üşenmek normal diyelim, lakin ben sözlüsüne daha da üşeniyorum. Telefonla konuşmak inanılmaz zor. Hayır prensipliyim de. Saat 10:00'dan önce ve 22:00'den sonra kimseyi aramam, arayana da cevap vermem. Uyku ihtimali olan saatlerin kutsallığını, mahremiyetini bozmam bozdurmam. Sonra ararım diyorum çağrıyı görsem de. Ama o iş de yaş. Bi artiz oldum böyle böyle...

İşte bu fena huyumu burada itiraf ederek, sizden özür diliyor ve anlayış bekliyorum sevgili arkadaşlarım. Zira bu yaşa kadar böyle geldim, nasıl değişeceğim? Erkek arkadaşlarınızı değiştirebiliyor musunuz da beni değiştireceksiniz...

Çamura da yattım işte. Ama valla arıycam ya, ya da aramıycam ama mail atıcam söz. Kendimden soğudum.

Tez-bit

Arzu nesnelerinden Hermes Birkin bile olsa bu böyle...
Gunde nerden baksan asagi yukari yarim saatten, yilda 120 saat yapar.
Yani etti mi sana 5 gun.
Ortalama 60 yil canta tasiyan bir hanim, omrunun 10 ayini cantasinin icinde aradigi su veya bu zimbirtiyi bulmakla geciriyor.

El yordamindan nefret ediyorum.

Gece Notlari

Odada için için çalışan bir motor sesi var
Yavruluktan ergenliğe geçen bir erkek kedi
Oynatmayım kolumu bacağımı
Yoksa en az yarım saat daha az uyuyacağım

Sonbahardan kışa geçerken de böyle

Mantra

Bazen bir cumlenin guzelligi, vurgusu veya naif anlami ilac etkisi, iksir etkisi yapiyor. Sanki sihir karisiyor isin icine. Insan heyecanini da yeniyor, endisesini de, uykusuzlugunu da...

21 yasindayken bir ise alim gorusmesine gitmistim. Ilk is basvurularimdan biriydi, universiteden yeni mezun olmustum. Sehir disindaki bir fabrikadaydi gorusme ve ben kis gunu otobusle gidiyordum gorusmeye. Uzerimde sirf artik ogrenci degilim diye aldigim "ise uygun" manto, ayakta siyah topuklu cizmeler dort yandan sikar... Yolda bir okulun onunden gecti otobus. Okulun tabelalarindan birinde soyle yaziyordu: "Guzel Sanatlar Atolyeleri". Canim yaa.. Guzel - sanat - atolye. Ne guzel seyler var dunyada dedim. Kendi kendime "Guzel Sanatlar Atolyeleri" diye diye gittim girdim mulakata. Mulakatta da icimden dua gibi "Guzel Sanatlar Atolyeleri" dedim, ne heyecan kaldi ne stres - dunyada boyle tatli seyler var diye sakinlestirdim kendimi. Ise kabul edildim mi? Evet. Ama kabulu dokuz ay sonra bildirdilerdi, arada baska ise girdim, onlari reddettim.
Sonra baska guzel cumleler de oldu, hicbiri bir motto degil, bir mantra degil. Cogunlukla boyle romantik. Mesela;
- inadina isyan!
- guzellesmek ugruna ucak altina yattim, guzellesemedigim gibi ucak da ucup gitti (yigit ozgur)
- mudur mudur mudur? (Uzum'un u'su)
- yasar usta'nin komple tiradi (resme tıkla, tiradı oku)
- Hipopotam nerde? Hah, burda tamam.
vesaire...
Haydi hugs n kisses.

Cocuk Kalbi

Gece uyumak icin yataga yatinca hav hov hav hov kopek sesleri duyuyorum disaridan. Sokakta olsam kalbim yerinden cikardi, ama yattigim yerden dinleyince bu bana bir garip huzur, hatta adeta keyif veriyor.

Cocukken de duyardim kopek ekiplerinin seslerini - suru diyesim gelmedi. Ankara'nin merkezindeki semtimiz ya kopek dostuymus, ya copleri lezzetli, ya da 'it kopuk' demek ki...

Bir de gece bekcisi dudugu duyulurdu ki, ne onun verdigi guvenin safdilliliginden ne de bu tatli meslegin nostaljisinden dem vurmaya gerek var - kliselik / yavanlik cekincesi basa bela...

Su "oyle bir gecer zaman ki" dizisini izliyorum da bizzat ben aile ici siddete, hayirsiz koca eziyetine, gavurun cemcuk agzina maruz kalmisim gibi daraliyor icim. Boyun devrilsin herif. Saldir Mete.

Havlayin kopekler, yarin tavuk koyacagim cope...

Alismak ve Sezyum

Nokia telefon kizlik soyadi gibi. Alismissin, degistiremiyorsun. Bilekboriyi menu* diye kitlemek (bilhassa kitlemek) istiyorsun.
Bu arada yillardir okudugum Kaan Sezyum'u yetmiyor artik ennn sevdigim kalemler arasinda sayiyorum - kalem yani mecazi mursel, uslup ve gerisi...
Sevgiler,
EdWood (ama kadin).

In limbo

Özel firmalarla telefonda konuşurken genç, tatlı sesli, miskin tavırlı sekreterlerle muhatap olursunuz. Arka planları genelde sessizdir. Şu şu Bey'le görüşmek istediğinizi söylersiniz, "bi' saaaniyı..." deyip sizi aktarırlar ve bu bekleme süresince siz telefonda uzun, romantik bir müzik dinlersiniz. İşte o zamanlar, o müziğin keyfini çıkarırken ben de o firmada çalışmak istiyorum.


Genelde Beatles/Yesterday çalıyor. Bazen klasik gitar konçertoları. Sık sık 80'li yıllar Türk filmi kumsalda akşamüstü şarkıları... Gün ortasında kendimi duygulanmış zannediyor, his hisleniyorum.

Klip kedisi gibi kedim oldu

Ama isim bulamiyorum! Kiz olsa Refika diyecektik. Erkek ismi dusuncelerimiz soyle ama her birine bir kulp takiyorum.
Orhan, Aytek, Tanju, Eyup, Jan, Sise (ringo ringo siselerdeki)...
El yardim!

Edit 24.09.2010:
Kedinin ismi Orhan Veli Tanju oldu. Ben Orhan diyorum, ağır bulan Tanju da diyebilir. Ama Orhan Veli ağır bir kişilik değil ki...

Musikişinas

Musiki yönüm zayıf. Her şeyden önce müzikal bir yeteneğim yok. İnce notayı kalın notadan ayıramadığım gibi, ince / kalın nota diye bir şey var mı onu dahi bilemiyorum. Ama bunun ötesinde eksiklikliklerim de var. Mesela bir şarkıyı, bir sesi, bir tarzı kolay kolay öğrenememek, onu bundan ayırt edememek, bayık şarkılardan vazgeçememek... En sevdiğim tür ince & tatlı sesli (daha ziyade sessiz) indie* bayanlar (Blonde Redhead, Regina Spektor My Brightest Diamond, Polly Scattergood... - al birini vur ötekine), şarkı içinde değişen melodiler (bir sürü böyle şarkı varsa da favori bir örnek olarak Happiness is A Warm Gun diyelim hadi), balkanlardan gelen oynak melodiler ve ne yazık ki İspanyolcalar (bundan biraz utanıyorum ama herhalde Lhasa'nın arkasına saklanabilirim).

Bununla birlikte ta çocukluktan beri Sezen Aksu aşığıyım, peygamberane, anne yarısı... Kulağıma böyle böyle yerleşen, annemden miras bir Türkçe müzik sevgim de, itiraf ediyorum, mevcut. Hollanda'dayken pötürgem hiç alışık olmadığından pek Türkçe dinlemiyordum ama yine de Primavera arkadaşım ne zaman bana gelse beni Türkçe dinlerken yakalıyordu. Yabancı bir memlekette kendi dilinde müzik dinlemek de bir tuhaftır. Shuffle çalan liste pencereler açıkken Türkçe'yi bulunca utanır, kısardım müziğim sesini. Hollanda'daki, Almanya'daki gurbetçileri bir arabaya doluşup pencereleri açmış, İbrahim Tatlıses'le sokakları inlerek gezerken az mı gördük.

Hatta Berlin'de inanması güç bir şeyle karşılaştık. The Story of Berlin müzesinde, Berlin'de yaşayan topluluklarla ilgili bir bölüm vardı. İşte Yahudi cemaati şöyledir, Hristiyanlık böyle gelişmiştir, Müslümanlar şöyledir diye tarihi, demografik bilgiler, resimler... O bölümün ortasında üç tane çekmeceli konsol vardı. Biri Yahudilerle, biri Hristiyanlarla, biri Müslümanlarla ilgili. Konsolların her bir çekmecesi bir konuya ayrılmış. Mesela cenaze çekmecelerinde bu dinlerdeki cenazelerle ilgili nesneler var. Tespih, örtü, fotoğraf, çekmeceyi açınca çalan dinlere özgü cenaze müzikleri. Bizim için büyük sürpriz düğün çekmecelerindeydi. Hristiyanlarınkinde (yanlış hatırlamıyorsam) bildik düğün marşı, Yahudilerinkinde oynak bir şarkı ve neşeli insan sesleri duyuluyordu. Müslümanların düğün çekmecesinde ise ses olarak bir araba konvoyunun korna ve hay huy bağırış gürültüsü vardı!! Türkiye'de yaygın, kolların araba camından sarktığı, bol kornalı klaksonlu konvoylar Almanya'da da yaygınmış demek ki... Kıroluğumuzdan utandık, sinir olduk...

Musikişinas başlığıyla pek alakası yok, ama o müzede gördüğümüz, bizi şaşırtan bir şeyi daha yazmak istiyorum. Yine aynı bölümde, duvarda aşağı yukarı şöyle bir yazı okuduk: "Berlin'deki Müslüman cemaati, Milli Görüş Cemaati öncülüğünde varlığını sürdürmektedir". Duyduk duymadık demeyin.

Böyleyken böyle. Hollanda'da uzak kaldığım Türkçe müzikle Ankara'da kucaklaştım. Ben yokken, Sertap Erener Rengarenk diye eğlenceli bir cover yapmış. Demet Akalın "Hayalim üç kelime, o da şöyle: Evli mutlu çocuklu" diye tercüman olmuş dişi gönüllere. Hande Yener tarzını yumuşatmış, ılımlılaşmış. Serdar Ortaç yine anlaması zor (bknz; Poşet), aşırı vurgulu, bol sert sessizle dolu (hayatınndann mikkroppları att) şarkılar yapmış. Bana göre hiçbir çekici yanı olmayan, Serdar Ortaç'ın gün görmüş hali Tarkan da yine banal bir albümle ortaya çıkmış. Tarkan'ı geç, diğerleri eğlenceli. Ama en çok Soner Sarıkabadayı'yı (sanırım daha modern olsun diye bunu SRKBDY olarak yazıyor) sevdim. Neden bilmem Murat Boz (güllü lokumlu) bu Soner Srkbdy'yı yanına almış. Birlikte çıkıyorlar, bir yandan arzı endam, bir yandan clubber-stayla veya duygu-yoğun şarkılar söylüyorlar.

Bu küçük kafamla oldum olası Türk filmlerini de çok severim. Daha ilkokuldayken Hülya Küçyiğit'in Senede Bir Gün filmini izleyip, birisini senede bir gün görerek bir ömür sevme duygusunu anlamıştım! O ağlak şarkıyı bile sevmiştim; nasıl anlar ki el kadar çocuk "adını anmaktan yansın dudağım" sözünü! Çocuğum dinlesin böyle müzik, vururum ağzına. Eğer siz de daha küçükken Levent Yüksel'in yanık sesiyle bağıra çağıra söylediği şarkıları sevdiyseniz, Aysel Gürel sizin zihninize de tutkuyu kodladıysa bu şarkı sizin için gelsin.

Buz  / Soner SRKBDY
http://fizy.com/#s/195u0c

* Indie'yi Hintçe müzik zannediyorsanız, benden gerisiniz - söyleyim.

Sansli olmak

Annem sabunlu suyla kopuk yapip vantilatorun onune ufluyor. Salonumuz kosan kopuklerle doldu...

Kızlar, lafım size!

KuzeyGüney ile Primavera kod adlı kızlar, kulak verin. Piroy'la Sinom'un anlattıklarını dinlemenin keyfi başla. Hikayenin bin türlüsü onlarda.

Tapirim sen de dilbazsın, ama senle daha çok el şakası yapmayı seviyorum. :)

Hamiçkom fazla laubali olmadan yazıyor bir şeyler. Diğer bankacı kızlar genelde "bügün sıkıcı" "bugün güzel" yazıyorlar. (Hiç yoktan iyidir.)
Ama eyy KuzGuny, ey Primadonna! Siz blog da yazıyosunuz. Lütfen twitter'a da girin. Ben işyerinde biraz sıkılıyorum aramızda kalsın. Google Reader'ın renkli dünyasına bankada dalamam. Ama twitter'a minik minik bakabilirim. Nolur siz de bir şeyler yazın. 

Twitter'dan gözüme çarpan, popüler karemelalardan size ipucları (C ile)

- İçim ürperiyor, ya evde yoksam?.. (Sürreel titreme...)
- Beni... beni.. beni.. Bihterini!.. (Bu da böyle yerleşti .Bak Yiğit Özgür bile çizdi. Uuu benim ağlayasım geliyor inan olsun.)
- Orda kızlar teklif ediyormuş .:)


Gaza geldim. Popüler şeylerden bahseden insan olmaktan çekinmeden utanmadan biraz daha gevreklik yapayım... Beren Saat, şimdi de "Fatmagül'ün Suçu Ne?" diye bir dizide oynayacakmış. Aşk-ı Memnu final bölümü gününde Lost ile aşık atmış, twitter worldwide trending'de bir numeroya oturmuştu. Fatmagül de öyle olursa, Fransızlar nasıl Letişya Casta'nın heykelini yaptıysa, biz de Beren Saat'in minili topuklu bi heykelini yapalım derim. Sonra Beren (yaşıtım) gitsin Afrika'dan evlatlık çocuk alsın bence. Anjelica Joli'si gelse tanımam. 

Kavak Yelleri'nde Efe dirildi. Milyonlar Bihter'in mezarı başında. :D
(Bu da twitter'dan ama kim demişti..? @mayonezseverim?)

Home Town

Eylül bile geldi! Ben de Ankara'ya geldim. Anneme, saçlı kardeşime, çocukluk arkadaşlarıma ve sevgili Küçükesat'a kavuştum. Küçükesat il olsa, kütüğümü hemen Küçükesat'a alırım. Küçükesat'a muhtar olsam konut kredisi taksidimizi ödeyebilir miyiz? Bugün nurtopu gibi bir borcumuz oldu. Kırk yaşımıza kadar ödeyeceğiz adeta. Bir aralar yirmi yıl vadeli konut kredisi veriyorlardı. Kriz olup, emlak balonu patlamasaydı ben de bugün elli yaşıma kadar ödeyeceğim bir borca imza atmış olacaktım. Düşüncesi bile bir garip... Yiğit kamçıdan ne hazlar alacak henüz bilemiyorum ama her genç kızın hayal ettiği gibi anne evine yakın bir ev buldum. Lahana sarmasından ayrı kalamam. :)

Pegasus'la altı saat rötarlı geldim İstanbul'a. Groningen'de giymişim üstüme H&M'in kat kat penyelerini, bir kot ceketi, bir de polar yeleği. İstanbul'da çıktığin anda uçaktan, sanki sıcak bir hayalet geldi arkadan sarıldı bana. Kamil Koç Ataşehir'de otobüsün altında kalıyordum. 44 kilo bavulum bir ara hakimiyetimi ele geçirdi. Ankara'ya geldim. Güneş, çocukluk çizgifilmindeki Road Runner'ın koştuğu yollarda parladığı gibi parladı gözüme. Sıcaklığa inanamadım. 
Geldiğimin ertesi günü bankadaki işime başladım yine. Mesaimin ilk anlarından itibaren fırçayı tattım. Oh dedim.
3000 km öteden getirdiğim şarabı Gg ve Zz ile içtim. Buddies forever. Altın Kızlar.
Tapir ve sevgilisi ile güldüm. Ben de Haydar'la buluşucam. Yaşasın kaos.
Saçlı kardeşimle Ebru Şallı'dan bahsettim. Üç hafta sonunda, anca bu sabah anladım halısının üstünde durup duran mavi lastik bandın ne olduğunu. Cizıs pilates!
Kendi elciklerimle Uykusuzlar Penguenler aldım. Ama Ender Yıldızhan nerede?
Ben giderken Var mısın Yok musun vardı, ben yokken yokmuştu, ben geldim yine var. Küçük hissediyorum.
Bir de referandum var. Çok cazibeli bir arkadaşım te İsveç'ten hayır demeye geliyor. Recepler olmasın.

Hollanda'dan ayrılalı yaklaşık üç hafta oldu. Orada hepsi bilim insanı (valla) güzide gençlerden olşan ama bir şokella, bir marşmelov bir tayfa vardı. Elleri işte göz oynaşta, nasıl naif. Bir görsen nasıl yakışıyor Grolsch, Hertog Jan ellerine. Saçları kıvır kıvır, gözleri kocaman. Bi kek yedik birlikte, birisi dörtte üçünü yediği kek dilimi için "45'ini yedim" demişti düşün ki, saat hesabı. Biri kekin kalanını atmıştı korkudan. Bir başkası o sıralar Paris'te metroda makyaj yapıyordu. Bu blogu daha ziyade onlar okuduğu için, bence böyle özel şeylerden bahsetmenin bir mahsuru yok. İşte o tayfayı ben hemen özledim. Nasıl da yakın olmuşuz hemen. Şimdi böyle ayrı gayrı olmak saçma geliyor... Keşke Ankara daha büyük, daha güzel olsa hepsi buraya gelseler... 

Pötürgem tezini bitirmeye çalışıyor. Evimin direği, onu nasıl özledim anlatamam.

Günler geçiyor. Bence mahsuru yok.

Uyku sersemi merdane

En sevdiğim hallerden ve sıfatlardan birisi 'uyku sersemi'.
Dün gece bir ara uyku tutmadı. Kalkıp bir şeyler yapmayı uzun uzun planladım, ama sonra sızmışım... Ama sabah uyandığımdan beri ne gecenin bir vakti neden uyandığımı, ne neler tasarladığımı hatırlayabildim.
Neden sonra aklıma geldi işte! Merdane.

Bu Hollandalı milletinin rahatlığından, serkeşliğinden, gamsızlığından bahsetmiştim. İçince saldırgan/dövüşken değil ama bağırmaya meraklı oluşlarından, çoşup taşmalarından... Hatta bir defasında bir sarhoş (ayık adam yapmaz herhalde) bizim bina kapısının dışında kalan posta kutumuzun içine işemişti. Ben çişle soğuyup posta kutusunun dört yanına kokusunu sindirdikten sonra karşılaşmıştım.Bizim evimizin zili de, Türkiye'dekiler gibi, kapı dışında, caddeden geçenlerin erişimi dahilinde. Epey de merkezi bir yerde oturuyoruz, binamızın önünden gece gündüz bir sürü insan gelip geçiyor. İşte içmiş Hollandalıların bir başka eğlencesi: Zilimize basıp kaçmak. Belli bir saatten sonra zil çaldığında "kim o" diye sormuyoruz bile. Gel gör ki gavurun Hollandalısı öyle bir zil takmış ki bizim eve, zilin her çalışında şu meşhur youtube videosundaki, yavrusu hapşırınca sıçrayan anne-panda gibi sıçrıyorum yerimde. Adem baba dürtmüş gibi titriyorum.



Bu gece de gecenin köründe çaldı zilimiz. Hollanda'ya geldiğim ilk hafta aldığım ve daha hiç kullanmadığım merdanemi alıp aşağıya koşmak istedim. Uyku sersemi bunu planlayarak döndüm durdum yerimde.

Türkiye'de levyeden ve döner bıçağından sonra popülerlik kazanan dövüş aracı beyzbol sopasına alternatif, kadınların merdanesi. Dün gece kullanmak nasip olmadı, o kadar ayılamadım. Kısmetse başka zaman.

İlk geldiğim hafta bir de ütü almıştım koştur koştur. Onu da hiç kullanmadım. Kutusundan bile çıkarmadım. İnsan güzel şeylere hemen alışıyor, mesela ütü yapmamaya. :)

Turistlik en güzel meslek (2-Kanada/Banff günleri)

(Yazının ilk bölümü burada)
Kanada'ya gidip geleli çok oldu ama ben oradaki anılarımızı ve izlenimlerimizi yazamadım bir türlü. Zira uzun tatilimiz bittiğinden beri, evimize misafir olan arkadaşlarımla gezip tozduğum veyahut da bütün gün uyuklayıp, bilgisayar karşısında aylaklık ettiğim veya ineklere koyunlara bakmaya gittiğim günler dışında hep hep hep ders çalıştım.

Hollanda'nın çiftlik ortamı bendeki kırsal aşkı ortaya çıkardı. İstiyorum ki her fırsatta bisiklete atlayıp çiftliklerin oraya gideyim. Gür çimenlerde otlayan koyunlara mandalara bakayım.Ah Nihat Doğan, seni şimdi anlıyorum (katarsis videosu işte burada).


Asıl buranın koyunu bir başka! Kısa bacaklı küçük kafalı, toptombiş. Bizim koyunların göbeği aşağı doğru boş boş sarkarken, gavurun koyunu yanlamasına şişmiş. Ben oyyy yerim seni tombilim nidalarıyla karşılarında saadete dalıyorum, kimisi ne yana dönse bulacağı gür çimenleri kırt kırt yiyor yorulmadan; kimisi de bana cevap veriyor gavur gavur "beeee!."
Hele mandalar, hele mandalar, her bir tüylerinde ayrı telaş! Bak şuna.
Groningen'in kahküllüsü.
Perçemine kurban, belki manda değil camıştır Türkçesi, belki yoktur. Aslen scottish water buffalo diyolaa. Hastasıyım. Dur koyunlara da sokulayım ilk fırsatta bir close-up da onlardan alayım.

Kanada diyorduk. Nisan sonunda Hollanda'ya kırk yılda bir gelmiş baharı bırakıp Kanada/Calgary'ye indiğimizde hava puslu mu puslu ve bizim gibi ılıman iklim kuşağı insanına inanması zor ama karlıydı.

Banff Milli Parkı
Banff'ta Irwin's Moountain Inn otelinde konakladık. Amerika kıtasının ilginç musluk sistemi ile ilk karşılaşmam orada oldu. Musluğu açmak için epey uğraştım. Çeviriyorum, bastırıyorum, fotosellidir diye altında çırpınıyor ellerim ama nafile. Musluk, asılıp kendine doğru çekince açılıyormuş. Alışmamış dötte don durmuyor, ölçülü açmayı öğrenene kadar hep ıslattım üstümü başımı... Ama hayatımda bir uzay mekiği (mekik diye ultra teknoloji şeyi olur mu, mekik değin pasta filan değil mi?!) ortamında da banyo yapmak nasipmiş. Küvet ve dahilindeki su sistemi, yerden tavana kadar bir kapsül şeklinde tek parça plastik. Hele o klozet. Sanki boku ayrıştıracak, "al bu temiz su geri kullanabilirsin" diyecek. İtiraf ediyorum, o banyo-tuvaletin benim self-esteem duygularıma olumlu tesiri olmuştur.

Pötürgem, ben ve Hollandalı kardeşimiz Rmc aynı odayı paylaştık. Jet-lag kafasıyla azıcık uyuyabildik. Hollanda'nın öğlenine denk gelen bir saatte, daha hava tam aydınlanmamışken uyandık hep birlikte (Hollandalı kesin bizden önce uyanmıştır ama pısıp yatmıştır hehe). Uçakta sıkıntıdan her verileni yemiştik, hala aç değildik ama uzun yürüyüşler ve tepe tırmanışları planladığımızdan otelin restorantında kahvaltı ettik. İlkin gördüğüm her şeyi Kanada'ya özgü sanıyordum ama sonra ABD/Seattle'a gidince orada da çok paralel şeyler gördüm. Kendimce kanaat ettim ki bunlar Kuzey Amerika yaşantısına özgüdür. Latin'ini bilemem. Velhasılı kelam, kahvaltı menüsünde ya mevsim meyveleri & müsli, ya da en az iki yumurta ile yapılmış omletli sarmalı şişkin şeyler. Güzel ve yalnız ülkemiz dışında insanların kahvaltıda zeytine aşina olmamasına aşinaydım ama peynirsiz kahvaltı da olur mu yaw! Al sen üç yumurtanın ikisini. Bana kibrit kutusu kadar peynir ver, insan olana bir yumurta yeter dedim ama dinletemedim. En domatesli biberli opsiyon (menemen çağrışımlı) breakfast burrito ile bir kaç gün oyalanabildim, ama sonunda yumurta canıma tak etti, müsliye sardım. İşte o gün bugündür, pötürgemle hafta içi kahvaltılarında süt-müsli-meyve yiyoruz. Meyve kısmı için muz-kavun ikilisi favorim.
Üstelik de hanımlar, muz sabahleyin soğuk süt ile birlikte tüketilince peklik yapmıyor! :D

Kahvaltıdan sonra, sistemli bilinçli turistler olarak haydi turizm ofisine gidip en şahane eğlenceler neymiş danışalım, boy boy haritalar alalım dedik. Ama vakit o kadar erkendi ki kocaaa Banff Avennue'deki tüm dükkanlar ve Tourist Information Center kapalıydı. Biz de üç cevval genç, usul usul yürüyelim diyerek kendimizi yola bıraktık.

Caddede, bir dükkanın vitrin camında "If it's yellow, let it mellow. If it's brown, flush it down!" yazdığını gördüm. Yani biraz iğrenç ama diyor ki "Sarıysa bırak dursun, kahverengiyse çek sifonu." Oh my god, çiş kokusu ama su tasarrufu...

Hediyelik-hatıralık (souvenir) dükkanlarında, geyik kafaları, ayı bibloları, dikkat ayı çıkabilr tabelaları, renkli yünlerden örülmüş kocaman bereler, hırkalar ve önünde tüylü harflerle yazılar olan kalın sweat-shirt'ler vardı. Robin Scherbatsky'yi düşündüm durdum... Caddelerden biraz resim:
Karlı dağların eteğinde küçük bir Kasaba. Binalar mimari olarak pek şirin değil. Caddeler geniş. Arabalar büyük. Göğün soğuk maviliği çok güzel...

Elele tutuşup sıra halinde yürüyen minik öğrenciler. Cadde geçerken öğretmenleri "hands up guys!" diyor. Hepsi kollarını havaya kaldırıp (daha bir görünür olmak için herhalde) öyle geçiyorlar. Bir kısmı Çinli.
Yoldaki tüm turistik uyarı levhalarını okuyup gide gide, ılıca havuzuna (hot springs) ve dağa çıkmak için binilebilecek teleferiklerin istasyonuna vardık. Hemen oraya, o dağın kurdun kuşun ortasına yapılmış büyük Starbucks'ta, Starbucks tabelasının bile resmin çeken Japonlar gördük. Japon kafası bambaşka.

Bizim ekipte kimler var: Ben (alelade insan, yürümeyi sever, kocasının yanında kaya tırmanışı/spor tırmanış da yapıyor ama kendi başınayken hiç yapmadı, ama yürümeyi vallahi çok sever, çok da yürür, hele doğada), Pötürge (dağcı, spor tırmanışçı, basket de oynar, spor salonuna da gider, denize girince 1000 kulaç gidip geri gelir, içindeki spor aşkı bambaşka) ve uçan hollandalı Rmc (koşuyor, buz pateni, bisiklet de cabası - Hollandalı alınca pakette bunlar otomatik geliyor - bizimle o da spor tırmanışa sardı). Biz teleferiğe biner miyiz, hayır. Kar hafif hafif yağıyordu ama Kanada'da kış, Rocky Mountains üzerinde yeterince kar biriktirmişti. O sıcak su havuzlarının oradan başlayan Sulphur Mountain dağına böylece girdik. Otelden haydi bir turist danışma merkezine uğrayalım diye çıkmışken tek yönde 5.5 km uzunluktaki patikaya dalıp 655 metre tırmanmalı, 2451 m yükseklikteki ilk zirvemizi 'öylesine' yaptık. Zirveden inerken çocuklar gibi koşmaya bıraktık kendimizi patikadan aşağıya. Dizim incindi hehehe. Dağdan resimler:
Ben, kot ile tırmanıyorum. Terlemişim, montu atmışım, üstümde bir polar hırka.

Başka bir zirveden vadiye bakış. Çam ağaçları, eriyen kar suları. Bu kadar çamı bir arada ömrümce görmemiştim. Kanada milli parklarında kendimi hayvan gibi hissettim. Orman hayvanı. İnanılmaz güzeldi.

Ağrıyan dize rağmen sonraki günlerde de günlük 20 km yürüyüşten geri kalmadık. Güneşin açtığı ikinci ve üçüncü günümüzde diğer zirveler ve daha az tırmanışlı yürüyüş rotalarında gezindik durduk. İnsan o kadar yürümeye biraz zayıflamayı umuyor ama akşama kendimizi kocaman biralara vurunca bilakis kara geçiyoruz (kalori bakımından). İsimlerini hatırlayamadığım lokal üretimler haricinde benim favorim Molson oldu. Hollandalılar (üçüncü günümüzde iki sarı kardeş daha bize katıldı) ve pötürgem ise Kokanee'yi sevdiler.
Akşam yemeği için Café de Paris, Pasta Factory ve Wild Bill'in yerine gittik. Café de Paris sunumundaki jantiliğe kıyasla ekonomikti. Yemekleri (et ve balık denedik) ve çorbası gayet lezzetliydi. Ama garson şarap ikram ederken beyaz bir örtü ile böyle havalara giriyor, bizim üzerimizdeyse polar hırkalar filan... Pasta Factory'de aşkım makarnanın bin türlüsü ve özel üretim nefis biralar... Lakin orta yaşlı garson, bahşişimizi beğenmeyip bize laf soktu. Efendim Kanada'da (ve ABD'de) bahşiş faturaya eklenmiyor, tamam. Ne yediyseniz ödeyeceğiniz kredi kartı slipine yemek bedelini yazıyorlar, altına bir boşluk bırakıyorlar. Siz oraya gönlünüzden geçen bahşiş miktarını yazıyorsunuz. Bunun altında bir boşluk alan daha var, oraya da toplamı yazıyor, sonra imza atıyorsunuz. Hasbinallah. Slipin altına not düşmüşler, "Kanada'da bahşiş geleneği en az %15'tir." Biz de ne yediysek %15'ini hesapladık, ama çarpmak toplamak zor geldiğinden nihai toplam yuvarlak bir rakam edecek şekilde bir şeyler yazdık. Bu sırada bahşişimiz %15'ten bir kaç cent aşağıda kalmış. Garson lafını sakınmadı, "normalde bundan daha yüksek verilir" dedi. Günümüzü gösterdi biz cimrilere... Wil Bill'de mini etekli kızlar servis yapıyordu. Kanada garsonları dekolteden miniden yana epey cömert. Hatta safdil arkadaşımız Rmc "porno starları gibi giyiyorlar" dedi garibim. Gerçi yavrım bunu Banff'ta değil Vancouver'da, dekoltenin artık ağzımıza girmek üzere olduğu yerde söyledi.
Menüde "elk" yani geyik etinden hamburger vardı. Kanada'da malum geyik çok. O kadar ki, milli parklarda her an geyikle karşılaşabilirsiniz. Biz şu Irwin otelde kahvaltı ederken camdan bir geyiğin geldiğini gördük. Caddeden pıt pıt pıt yürüyüp geldi, bir binanın arkasına doğru gitti. Sonra bir geyik daha geldi, o da öncekinin girdiği binanın yanındaki binanın arkasına yürüdü. Arkada birbirlerini görmüş olmalılar ki önde buluştular. İlk geyik, ikincisine kolunu kaldırıp yandan vurdu. "Napıyosun oğlum, orası mı senin ev! Çok içmişsin sabah evinin yolunu bulamıyosun!" der gibi. Bu tavuk suyuna çorba, şifalı sahneyi gören ben Wild Bill'de elk-burger yer miyim, hayır. Buffalo-burger yedim (vah bana! ya yukarıdaki kahküllü gibiyse..), hiç bir özelliği olmayan sası bir et. Daha da yemem. Bence Avustralyalılar da kanguru yemesin lütfen.

Milli parklarda gezinip de sincap, kurt, geyik görmemek olmaz. Hatta ayı da gördük ama o sonraki postaların konusu.

Dağ yollarında geyikler...

Minik elleriyle tutmuş, rızkını yiyor.
Lake Louise, Jasper Milli Parkı ve diğer Kanada hatıralarımı daha sonra yazacağım...

Kaçıyor sefa, tutamıyorum

Hafif oynattım. Yani yüzüme bakınca hemen anlaşılmaz ama tahtalarım biraz gevşedi. Bunu bütün gün ders ders diye inleyip, on dakikada bir interneti baştan kolaçan ederken, 600cc'lik bardakla kola içerken ve Martini'nin onbeş dakikada bir çalan çanlarını dinlerken hissediyorum.

Martini, resmi melodilerini umarsızca çalıyor, bana zamanın geçtiğini her onbeş dakikada bir hatırlatmaktan çekinmiyordu. Öğlenleri bir saat boyunca aralıksız çalışı, üstelik de kaba çanlarla popüler şarkılar çalmayı deneyişi, belki inananları ayine davet etmenin modern bir yoluydu ama bana ziyadesiyle patavatsız ve ne yazık ki müdanaasız geliyordu. Ben ışığa boğulmuş, yüksek tavanlı, aydınlık evimde, bu çan sesleri altında kara bir kirpi gibi büzülüyordum...

Ama geçer. Zira Hollanda'da son onyedi günümü sürüyorum, bugün dahil. :( Ankara'da yine aklı selim insan olurum. Şakrak günlerimin son onyedisinde ne yazık ki tezimi bitirmek, arkadaşlarımla veda partisi yapmak, Amsterdam Gay Pride'a gitmek (I really love gays! They are cool.), pötürgemle evlilik yıldönümüzü kutlamak, toparlanmak ve daha niceleri gibi bir sürü işim var. Hepsi de hakkı verilmesi gereken güzide işler.
Annemle kardeşime ve bir şekilde Ankara'ya kavuşacağım için mutluyum ama burası da bir ayrı güzeldi yaaa!..
Beş yıl bankacılık ettim, gidip bir otuz yıl daha edeceğim. Şu bir senelik ev hanımlığı (arada yüksek lisans yapsam da evde olmak hanımlık bence!) sefam ise bitti bitiyor.

Burada kaldığım sürece neredeyse her ay misafir ağırladık. Arkadaşlarım, kardeşim, annem ve Pötürgemin annesi geldi gitti. En son S ve SY geldiler.  S ile olan bu resmimiz bir "Ne Giydim?" hatırası olsun.


T-Shirt: Pull & Bear
Kot Ceket: İstanbul'da eksportçudan almıştım, ama üstü hafif kareli gibi. Bi de beli arkadan çok kısa. Çok güzel. Bir tanesini kaybetmiştim (Paris metrosunda hah hay!) bir tane daha aldım. O kadar ucuz.
Şal: SKA'nın hediyesi, sonra baktım annem de almış kendisine aynısından.
Gri çanta & Görünmeyen kahverengi keten şort: H&M

Su uyur, tez uyumaz. Ed Wood kaçar.

Kırkım çıktı çıkacak veya Working Class Hero

Az kaldı. Kırk gün sonra Türkiye'ye döneceğim ve ertesi gün bankadaki işime başlayacağım yine. Şubedeki görevimi verirler mi bana, yoksa ücretsiz izin ile askıya alınan iş sözleşmesinin durumu beni yeni bir yere atamalarına imkan verir mi bilmiyorum. Sanırım yine şubede çalışacağım.

+ şeklinde gruplanmış dörtlü masalardan birine otururum. Artı'nın önü var, arkası var. Arkalar pencerelere yakın, orayı tercih ederim ama bankalarda tercihlerden önce imkanlar ve kıdemler gelir. Bilgisayar verirler bir tane, üç de telefon. Hemen çalmaya başlar telefonlar. Ben başkalarının numarasını ezberleyemeden onların telefonlarından da sorumlu olurum. İnternet erişimimizdeki kısıtlamalar artmış, telefonla internete erişim becerilerimi geliştireceğim demektir. Belki de yanımda bir net-book* taşır, kendi bağlantımı kendim yaratırım.

Çoğu bankacı gibi, ben de masama bir şişe kolanya koyarım. Baş ağrısına, pisliğe ve baygınlık ihtimaline bire bir. Johnson's Baby Cologne Floral, parfüm yerine de geçer. Rebul Lavanta Kolonyası zengin gösterir.

Benim bir de resim olayım var. Kuş resmi, kedi resmi, köstebek resmi, siyah-beyaz bir Paris resmi, biraz Picasso çok iyi geliyor. Güvercinli kız, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Plastik Cerrahi polikliniğinde de asılıdır. Plastik cerrahi klinikleri, yüzlerinde vücutlatında ciddi yamukluklar, şekil bozuklukları, yara izleri olan çocuklarla dolu, üzücü yerlerdir. Bu resim o çocuklara hoş görünüyordur umarım...

Bankada çalışmaya koyulacağım yine ve her gün birbirine çok benzeyecek. Tabi ki yine de işim var diye seviniyorum.

* Küçük ve düşük kapasiteli dizüstü bilgisayar. Buna Türkçe bir karşılık bulmak isterdim.Kolaya kaçıyorum: KDB.

Araba Sevdası*

Kaç zamandır kendime bir çiçekli elbise alayım diyorum. Ama şu sıra çalışmayıp öğrencilik ettiğimden koca parası yiyorum, onu da ölçülü harcamayı kendime bir borç bilirim. Böyle olunca çiçekli elbiseyi elbiseyi almak için indirim beklemeye kendimi ikna ettim. Hollandanın nemrut havası da ancak ısıtabildi kemiklerimi zaten... Güneşli günlerdeki mutluluğumuzu temsil etmesi için buraya sevgili Ayşecik'in resmini koyuyorum.

Derken ben de parkta güneşlenenlerin arasına katıldım. Ankara'da henüz aklımızın ucundan geçiremeyeceğimiz bu turistik etkinliği yapmadan buradan gidemezdim. Şortumu sıyırıp bikiniyle uzandım çimlere. Sütlü kahve gibi de oldum bence! :) Ama omuzlarımı izsiz yakabilmek için bir askısız bikini veya tişört gerektiğine karar verdim ve bunları elbezi fiyatına H&M'de bulurum dedim.

Güzel tasarımların ucuz adresi H&M'e gittim ki indirim başlamış en heyecanlısından! Çiçekli şortlar, etekler, elbiseler 3-5-10 avro. Tralaylaylom eşliğinde bir sürü şeyi kollarıma doldurup bir de mayoların olduğu de alt kata seyirteyim derken sarışın bir adam "hanım hanım orası kapalı" anlamına geldiğini tahmin ettiğim şekilde ünledi. Umarsızca omuz silktim, kollarımdakiler zaten dört kız kardeşi giydirecek sayıdaydı. Deneme odalarına yöneldim ki "Hanım orası da kapalı, bak saat altı oldu." dedi adam.

Hay dedim sizin sosyal devletinize. Aman çalışmayın bir dakika altıdan sonra. Kollarımdaki sevgili demeti oracığa bıraktım, ellerim boş evime döndüm. Biz batının strapless bluzlarını ve alışveriş sevdasını almışız ama çalışma süresini insanca sınırlar içinde tutma vicdanını alamamışız. Mesaiyi bitirme algoritması bizde şöyle:
1-O günkü işini bitir. (Mantıklı görünüyor, ama işin aslında daha çok zaman gerektiği gözden kaçırılıyor.)
2-Amirinin çıkmasını veya sana "çıkabilirsin, cidden" demesini bekle.

Yazıyı ansızın sosyale bağladım ama aklım beş yuroluk elbisecikte kaldı mı kaldı...

* Galiba batı etkisinde ilk Türk romanı.

Çorbaya dönüşen balkabağı (yani iyi bir şey)

- Bol resimli


Yine bisikletlileri izledim önce. "Ne kadar uzunsunuz Hollandalı adamım. Oniki dev adamı çıkarırsınız cebinizden. O kocaman bisiklete de şirin-bisikleti şirinler gibi biniyorsunuz..." diye mırıl mırıl düşünürken içimden, pembe bisikletli bir dev adam gördüm. Ne güzel! Benim bir de pembe bisikletim çalınmıştı, Ankara'da apartmanın içinden.
Sonra daha önce gördüğüm bir güvercini ikince kere gördüm, tanıdım. Sağ ayağı kopuk, çolak Nadya. Bir dişinin peşinde aksak aksak koşup gurr gurr kur yapıyordu. Hey be!..

Tavuk Suyuna Çorba tadında, yüreğe şifa bir gün yaşıyorum derken bir teyze gördüm. Kelebek bağlamış baş örtüsünü, ama sarışın, uzun üşüyen bir Hollandalıdır kanımca. Elektrikli motorlu sandalyeyle ilerliyordu kaldırımda.  Burnu patates kadar olmuş yaşlılıktan. Islık çalıyordu.
Hey Allah'ım! dedim, inek desenli bir çanta satan dükkanın önünden yürüdüm. Bar Pasific'e girdim. İçerisi bomboştu. Barmenler neşeyle selam verdiler. Konuşmak zorunda hissettim kendimi. "Arkadaşlarımla burada buluşacağım" dedim. Onlarsa "sadece biz varız, bizimle arkadaş ol" dediler. Hollandalılar böyle sarı lüleli, pembe yanaklı, çakır gözlü ya kıroysalar bile anlaşılmıyor. Rahatsız olmuyoruz böyle sözlerinden. "Tabi" dedim, "ama çıkıp bakınayım arkadaşlarıma, hem biraz da hava alayım." Köylüsü şöyle. Bu temsili resmin erkek versiyonunu tasavvur edin. Zararsız görünüyor değil mi. Ama sevimsizleri de yok değil, beş parmağın beşi bir mi...

Sonra arkadaşlarım geldi, sonra biraz daha geldiler. Barın serin bahçesinde, Haziran ortasında kışlık montlarla oturduk. Yedi kişi sekiz duble patates kızartması yedik*. Dün ilk defa** iki İtalyan ile birlikte oturmuş, yemek yemiş oldum. İtalyanca'ya feci özendim. Brf  "olsun biz de ne güzel Türkçe konuşuyoruz" diyerek beni avuttu ama zaten bugün kardeşim, benim bilmediğim bir tabir kullanmıştı. "husule geliyor" diyerek beni hem kıvanç hem gıpta duygularına sürüklemişti...

Brezilya maçı devam ederken evime yürüdüm. Pötürgemle yemek yedik, çalıştık, House MD izledik. Wilson's Desease hastasında irisin etrafında bakır birikmiş olmalıydı hıh deyip, altı sezon sonucunda bir dönem tıp okumuş kadar olduğumuza kanaat getirdik. Sarılıp uyuduk.

* Zilli Kate Moss'un sarf ettiği "nothing tastes as good as skinny feels" vecizini duyduğumdan beri, bira patates karşısında boğazım düğümleniyor. Yudamıyorum. 
** Aynı iki İtalyan'la EBD'nin doğum günü için toplandığımız gün de yemek yemiştik ama o zaman teknedeydik. Ayağımız yere basmıyordu ve yedi milletten insan EBD için oradaydı. İtalyanlar arada kaynamışlardı. O saylanmaz.


-- pink bike by FNA, pigeon by Chris Hepburn, Kate Moss & Gandhi

Les essais sur le vélo

A=Pötürge (Metinde defalarca Pötürge deyip de içinizi bir hoş yapmak istemem.


A'nın bisikletinin arka tekerindeki dişli, haftalarca yağan karın ve sıfırın üzerine çıkmayan hava sıcaklığının -soğukluğunun- etkisiyle olsa gerek Ocak sonunda patlamıştı. Evet, patlamıştı! "Herhalde frenim bozuldu, pedalı çok zor çeviriyorum" diye mırıldanan A, güçlü bacaklarına güvenip pedala asılınca, kış akşamı karanlığındaki boş sokakta aniden metalik bir ÇOTAAA sesi yankılanmıştı.


A pedalları çevirebileceği gibi, bisikleti tamir edebileceğine de inanmış, elleri soğuktan uyuşmasına rağmen  saatler harcamıştı evinin bahçesinde bir arka teker üzerinde. Ama küresel ısınmadan muzdarip dünyamızın Hollandalı bu şehrinde kış A'dan daha yamandı ve bu yeterince çetrefilli bir mücadele değilmiş gibi günler bir bisikleti tamir etmeye yetmeyecek denli kısaydı.


A tamir işini havaların ısındığı döneme erteledi. Sevgili eşi E ise buz üstünde bisiklete binmek hususunda A kadar iddialı olmadığından, Canan isimli bisikletini A'ya verdi. A çok şanslıydı, Canan cillop gibi bir bisikletti, ki Rabbim hepimize çirkin şansı versin, Canan'ın başına ne geldiyse güzelliğinden geldi. İlkbahar bereket ve ümit vaadederek şehre yaklaşırken, Canan'ı kilisenin önünde kaçırdılar.


Artık ne A'nın ne E'nin bisikleti olduğundan, şehir iki yeni otobüs müdavimi kazanmıştı. Önceleri her binişte şoföre 1.5 avro ödeyen A ve E, sonraları Hollandalılar gibi strip kart alıp otobüste ekonomik olmayı öğrendiler.


Neden sonra E bisikletsizlikten yıldı. İlkyazla gelen güneş ve meltem coşkusu içinde sayfiye dürtüleri uyandırıyor, evine gelen misafirlerini bisiklete atıp göl kenarına götürmek hevesiyle yanıp tutuşuyordu. İhtiyaçları olan bir bisikleti onlara Rmc kod adlı temiz kalpli arkadaşları verdi. Ama uzun Rmc'nin bisikleti E için bir Arap Atı kadar büyüktü ve doğrudan A'nın kullanımına girdi. Gereken ikinci bisiklet ise henüz bulunanamamıştı. A da kışın kırılan ve aslında iyi marka (Batavus: 'batafıs' okunur) olan bisikletini tamir etmek için güneş altında saatler harcamaktan çekinmemesine rağmen bu işte başarılı olamıyordu.


E işin başına geçti ve bisikleti kolundan (gidon) tutup büyük bir tamirciye götürdü. Tamirci çok dolu olduklarını, bisiklet kabul edemeyeceklerini söyledi. E bisikleti başka bir tamirciye götürdü, o da doluydu. E mahcubiyet içerisinde "ama," dedi, "misafirimiz var ve bu bisiklete ihtiyacımız var." Tamirci suratında bir olumlu duygu düşünce ibaresi olmaksızın baktı E'ye... E bir hafta sonra tekrar çaldı tamircilerin kapısını, aynı sırayla. İlk tamirci, tuhaf bir İngilizce'yle "we are overbooked" dedi, bisikleti tamire kabul etmedi. Müspet yanıt ikinci tamirciden gelecekti, ama o da bütün şirinliğini (32 diş) göstererek gülümseyen ve Japon milleti gibi eğile eğile defalarca teşekkür eden (bisikletimizi tamir makamına kabul ettiğiniz için ne kadar müteşekkir olduğumu anlatamam) E'ye yüz vermeyecek; hatta E'nin onu bisikletten tiksinmiş, dolayısıyla işinde mutlu olmayan depresif bir adam olarak görmesine sebep olacaktı.


O akşamüstü E, bisikletini teslim almak üzere evden çıktığında neşesi yerine gelmişti. Zira E artık 'tamircinin bisikletler ve mesleği hakkındaki duygulanımı nasıl olursa olsun, benim popom seleye kavuşsun yeter' şeklinde bakıyordu olaya. Tamirci dükkanının olduğu caddeye vardığında, yolda sağa sola dönerken kollarıyla sinyal veren bisikletlilere 'az bekleyin, geliyorum' der gibi gülümsedi ve dükkana girdi. Tamir edilmiş, ve üstüne karton kapatılıp isim yazılmış bisikletlerin arasında kendisininkini aradı gözleri, bulamadı. Sabah yüzüne çok az bakan tamirci, onu hemen tanıdığında biraz umutlanır gibi oldu ama sonra gözleri dükkanın karanlık bir köşesinde bıraktığı gibi duran bisikletiyle buluştu. Kırıktı.


E bir görev gibi dinledi tamircinin sözlerini: "meh meh çok kırık moh moh yapamayız pff yenisini alsan daha iyi." Sonra emekleri için adama teşekkür etti, bisikleti kanala atma isteğiyle tutup çıkardı dükkandan. E'nin böyle atma parçalama huyu olmadığından bu arzu tatmin edilemeden havada asılı kaldı. Akşam rüzgarı sokakları gıdıklar, işten okuldan dönen insanlarla caddeler dolarken E, bisikleti kendini beğenmiş bir polisin genç bir suçluyu kolundan netameli tutuşu gibi tutarak çekti, yine eve götürdü.

Bugün ne giydim?

Ha bir de bunu yapacaktım. Blog okuyalım ne güzel derken derken iş gibi moda bloglarına sardım. Cin fikirli kızlar, çeşitli modacıları, etkinlikleri, tarzları, giysileri bloglarında değerlendiriyorlar. Bir yandan da ne giydiklerini bizle paylaşıyorlar (to inspire us). Onlara teşekkürler!..
Ben de buradan veya buradan değil şuradan ilhamla, bugün ne giydiğimi sizlerle paylaşarak blogumun moda yanını pekiştirmek istiyorum.

Leather Coat: Top Shop
Blouse: No name (galiba pazardan alınanlara böyle diyorlar)
Belt: Mavi Jeans
Jeans: Levi's
Bag: Sister's old (annemin eskisi olsa vintage olacaktı)
Shawl: H&M Holland (ucuz kaçamaklarımız...)
Place: Garden of Rijksuniversiteit Groningen Heymansgebouw 

Evet, herkes gibi giyinmişim ama bak ben sonunu daha gösterişli dursun diye Hollandaca yazdım. Yüzümü neden kardanadamla sakladım, onu bilmiyorum...

Pembe gönlüm sende (hakara makara)

Geçenlerde istasyonun arkasındaki sokağa giderken yandaki binanın önünde başbakanı gördük. J.P.Balkenende. RTE değil (thank God). Adam sen öyle tek başına dur, karşındaki neşeli gençlere ayak üstü fotoğraf ver. Güler yüzlü, genç, dinamik gibi. Ben tanıyamazdım, ama Pötürgem tanıdı. Sonra Hollandalı arkadaşlarımıza sorduk, buraya gelmiş olabilir mi, gençlerle eğlentili toplantı düzenlemiş olabilirler mi diye. Ben dedim, böyle yeşilli kravat takmıştı... Justin dedi "her zamanki gibi."

Ne? Her zaman yeşilli kravat mı takıyor?! (Koyu yeşil değil...)

Meğersem burada öyleymiş (cahiliz işte, İngiltere de de öyleymiş, pfff). Rengin tonu konusunda ne kadar hassas olduklarının ispatı işte vikipedi'de. Bu partinin elemanları hep bu renk kravat takarmış, sosyalistler kırmızı, liberaller mavi, hristiyanlar sarı (neden sarı yahu?). Komik. Düz. :)) LOL

Sonracığıma, bugünkü Hollanda haberleri arasında ilk beşte şu var: "Balkenende haber muhabirine 'çok tatlısın' dedi." Muhabir hanım, seçim arefesindeki başbakana koalisyon hakkındaki  bilmemne bıdı bıdı görüşlerini sormuş. Balkenende yan basar mı, yapıştırmış kaçamak cevabı: Çok tatlı görünüyorsun mmm.. Feministler ayakta.

Hanımlar Yarışıyor

Benim gördüğüm Hollandalılar oldukça sportif. Soğuk, yağmur, sis demeden koşuyorlar; 10 yıldır yağmayan kar diz boyu yağdığı gün bile bisikletleriyle çıkıyorlar yola - bir otobüse bin bir yürü ama di mi. Zaten senin şehir dediğin yer küçücük bir coğrafya... Gerçi belki de tembellikten biniyorlardır bisiklete, yürümeye üşenip çabucak gidebilmek için nereye gidiyorlarsa. Nitekim köpeklerini bisikletle gezdiren insanlar var. Kendileri fır fır pedal çeviririrken, tasmalarından tuttukları köpecik bisikletin yanında kulaklarını sallaya sallaya koşuyor. Aha geçtin geçicen köpeğin ayağının üstünden diye aklım çıkıyor...

Benim Hollanda'ya daha yeni geldiğim günlerde Pötürgem de bir koşudan bahsediyordu: 4 Mijl. Burada metrik sistem kullanımda ama bu yarış 4 mil koşusu. Pötürgemin hedefi dereceye girmek değil; yarışa katılan tez danışmanından daha sürede koşuyu bitirmekti. Neyseki koşu öncesi gece arkadaşlarımızla bir geç-düğün-partisi yapıp biraları ve Kristian'ın güzel elleriyle yaptığı white russian'ları içtik de Pötürgem hırsından vazgeçti. Gel gelelim yarış Pötürgeme değil bana yaradı. Ben o tarihe kadar koşmamıştım, koşamazdım. 'Koşunca insanın beyni zonk zonk zonkluyor hiç bana göre değil, kusarım' modundaydım. Ama bir de baktım ne göreyim. Kılları kadayıf olmuş, yüzleri hacı dede gibi pembecik yaşlılar mı koşmuyor, dilleri dışarda el kadar çocuklar mı... Sade onlar değil, gelinlik giymiş gay adamlar koşuyor! (Zor kısmı gay halinle koşmak değil, gelinlikle koşmak elbet) Bu resimde koşanlar nedendir bilinmez eski Romalı kıyafetlerinden giymişler. Bir de tavşanlar vardı... Benim neyim eksik, ben de koşaydım dedim, gözüm kaldı.

Sonra günlerden bir gün evimize bir posta geldi - şehrin bütün koşularının reklamı. Bir tanesi Ladies Run, hanımlar koşusu. Anne-kızlar için 2.5km, hırssız insanlar için 5km, dötüne güvenenler için de 10km. Hiç koşmamış ben hangisi seçmeliydim? Kendimi henüz anne olmaya hazır hissetmediğimden (daha ben kendim çocuğum) 10km'ye kaydoldum. Eşim dostum güldü bana.

Koşu 6 Haziran'da (desteğinizi bekliyorum!). İlk antrenmanıma Salı günü çıktım. Annemlerle ördeklere ekmek attığımız parkta, havuz kenarında 5 tur attım, turların 900m olduğunu sanıyordum. Eve gelip sevgili google maps'ten kontrol edince bir turun 1.4km olduğunu gördüm. Haloloy. Ignorance is a bliss. İlk denememde 7km koşmanın karşı konulmaz hafifliği... Gel gör ki ikinci gün (Çarşamba) her yanım (belim bile!) hamladığından evden dışarı çıkmadım. Bugün ikinci antrenmana gittim, yine 5 tur. :) Koşarken dizi ağrıyanınız varsa dizlik öneririm ama yanlar ve beller için bir çözüm bulamadım.

Bugün bir sürü insan geçti ben koşarken yanımdan. Yaşını başını almış bir teyzeyle amca bana gülerek ve galiba acıyarak baktılar. Birkaç insan anlamadığım bu dilde bir şeyler dedi. Çok mu biçare görünüyordum, çok mu kızarmıştım? E ben onları da biliyorum! Okulun spor merkezinde circuit training yaparken, bu sapsarı-bembeyaz insanların nasıl kızardıklarını gördüm. Yanakları pembeden mora doğru öyle bir gidiyor ki, ben "ay bu genç irisinin tansiyonu çıktı galiba, düşecek şimdi!" diye panikliyor, gözlerimi ayıramıyorum kendilerinden...
Koşum bitince gururlu kimliğimi bir kez daha kuşanıp ne yaptım? Tipimin, yüzümün ne halde olduğunu önemsememeye çalışarak park yakınındaki Türk marketine gidip zeytinle salça aldım, "meh meh -anlamsız gülüş- koştum da parkta, kırmızıyım di mi"...

Bir de kozmetikle ilgili yazılarda "bu bık bık allık fitness salonundan yeni çıkmış gibi taze ve doğal bir pembelik verir yanaklarınıza" derler! Tanrım senden dileğim: Beni spordan sonra kimse görmesin. 11.45'te koşuyu bitirdim, eve geldim, su içtim, kola içtim, duş aldım hala pembeydim...

Pucca olsa "deli mi mikti? ne koşuyosun kıçını yırta yırta!" gibi bir şey derdi herhalde. Ben öyle bir dili ne kadar denesem yine estetik kullanamam. Tü kaka demek değil niyetim; zaten şu blog dünyasında onlarca kişi Pucca'yı taklit ediyor, benim küçük dünyamdan görebildiğim kadarıyla. 

Ben Nip/Tuck dizisinde eskiden pornocu olup Christian'ı düğün günü terk eden ama aslında bir manyak tarafından kaçırıldığı anlaşılan ve bu manyaktan yediği dayak ile uhrevi dünyaya yönelip kendini scientology tarikatına adayan Kimber'ın ermiş ruh haliyle söylediği "eskiden spor salonuna gitmeden önce 1 saat süslenirdim, ne gerzekmişim." lafı ile kendimi avutuyorum. İçimde yer etmiş.

Turistlik en güzel meslek (1-Kanada'ya gitmek)

Kanada-Calgary’ye gitmek için Amsterdam’dan veya Brüksel’den yola çıkma alternatiflerimiz vardı, biz daha ucuz olan Brüksel çıkışını seçtik ama sonuçta aldığımız saçmasapan koskomik bir bilet çıktı: Antwerp’ten Amsterdam’a tren, sonra Amsterdam’dan uçuş! Evet, KLM yolun birazında bizi trenle gönderiyor, sonra Amsterdam’da uçağa bindiriyor ama bunu Amsterdam kalkışlı aynı uçuştan daha ucuza satıyor. Üstelik uçak check-in işlemi sadece Belçika'daki tren istasyonlarında yapılıyor... Gözümüzle görene kadar inanmadık ama bu vesileyle 27 Nisan 2010 Pazartesi yollara düşüp Belçika’ya giderek seyahatimize başladık.

Ghent
Ghent, Belçika’nın eski ve güzel bir şehri. İstanbul’u, Ankara’yı ve diğer başkentleri gördükten sonra Avrupa şehirleri bana genelde küçük görünüyor, ama Ghent nüfusu ve caddeleriyle diğerleri içinde büyük sayılırmış. Orada çalışan ve arabasız adım atmayacağını söyleyen tatlı Özlem, Hollanda’nın olağan geciken treni NS ile gecikerek gelen bizleri istasyonda karşıladı. Hep taş döşenmiş ve hep tek yön olan sokaklarda döne döne biraz gezinerek bir Türk restorantına gittik. Pötürgem ile ben, gittiğimiz yerlerde Türk restoranı aramayız pek; çünkü ete kebaba düşkünlüğümüz yok. Ama Avrupa’da yaşayan çoğu ahbabımız yeni gittikleri yerlerde bile hemen en iyi Türk yemeğini ararlar. Ama Ghent’teki Özlem’in Ömer Ustası, Berlin’de Kreuzberg’deki Hisar Ocakbaşı’na basar. Hayatımda ilk defa sarımsağın varlığından rahatsız olmadan yoğurtlu kebap yedim. En son ekmekçiklerine varana kadar yedim. Nitekim şimdi tatil resimlerine bakınca kendimi tombiş görüyorum. Hıfk.

Sonra Özlem’in deyimiyle ‘kordon boyunda’ yürüdük biraz. Ghent’teki kanalın/nehrin yan taraflarından hemen cadde geçmiyor, insanların gezinmesi için kaldırım gibi, kordon gibi hat yapılmış. Ghent okullarının çok uluslu gençliği de bu kordona yayılmış, oturmuşlar yerlerde keyiflerine bakıyorlar. Çok özendim çok... Bizim oralarda bi adam çıkar içki içiliyor diye bıybıylanır, birisi aşna fişne var diye kıllanır. En son belediye orayı kapatır, çay bahçesi yapar... Sonra bir oda kadar barda onlarca çeşir jenefer sunan bir bara jenever içmeye gittik. Jenever bir çeşit likör (cin), Hollanda’da Belçika’da yaygın. Bu barda envai çeşit aromalı jenever’lardan seçip shot bardaklarında shot’lamadan usul usul içiyorsunuz. Alkol oranı %15’ten başlayıp 40’lara doğru gidiyor, siz de o arada mandalinalı mı içsem muzlu mu, yoksa fındıklı mı kestaneli mi diye başkasının bardağına göz dikiyorsunuz. Üçer tane içtik döndüre döndüre, Özlemimiz çalışan bayan, hafta içi onu çok hırpalamayalım dedik. Damağımızda kalan tatlı lezzetle eve gidip uyuduk. Çok teşekkürler Özlem, bir de kruvasanlar almışsın tostlar yapmışsın bize sabah sabah.

Antwerp
Sabah erkenden Antwerp’e vardık, Ghent’ten daha büyük daha çok bilinen bir şehir. Dev sırt çantalarımızı istasyonda emanet dolaplarına klitledikten sonra şehri bir görelim dedik. Pötürgem daha önce görmüş ama pek hatırlamıyor; benim doğum günüm olmuş, hava güneşli. Antwerp tren istasyonun bir yanından capcanlı şehir başlıyor, bir yanında ise hayvanat bahçesi var. Hayvanatı çok severim ama biz şehre doğru yürüdük. Caddelerden, ara sokaklardan geçtik. Belçika biraz Hollanda’ya benziyor, yani alıştığımız küçük tuğla binalar, aynı garip dilin yumuşak aksanını konuşan ve hiç de Hollanda’daki kadar sarı veya uzun olmayan insanlar. Ama AB başkenti Brüksel de dahil olmak üzere Belçika, orijinal tarihi mimarisini korumakta çok ısrarlı değil. Aynalı plazaları veya büyük beton binaları dikmekten çekinmiyor. Dantelli gömleklerin, fistolu eteklerin olduğu bir vitrinde ben aaaa harikaaaa diye coşunca, Pötürgem hadi bakalım dedi ve yine bir Mango olduğunu anladığımız mağazaya girdik. Doğum günü güzel bir şey, bana fırfır kollu bir bluz aldık. Ankara’da da olabilecek sıradan görünümlü bir caddeden yürüyorduk ki şehrin güzel meydanına vardık. Brükseldeki gibi Antwerp’te de şehir meydanının ismi Büyük Pazar anlamına gelen Grote Markt, ve bu meydan da yine geniş, ferah, şirin. Meydanı çevreleyen tarihi binaların cepheleri hep özel, ışıltılı, heykelli, süslemeli (resme bak). Altlarında kafeler, ortada kocaman bir heykel, kadınlı erkekli. Meydanın eski yuvarlak taşlarına ince ince su fışkırtıyor. Gözümün önüne bizim Ankara’nın pis havuzlarında suyla oynayan çocuklar geldi; yaz olsa bu duş gibi akan fıskiyeye dayanamaz, ben de girerdim suyun altına!
Trenimize binip Amsterdam’a giderken kardeşim M.’den gelen mesajı okudum, Antwerp meydanı Brüksel’inki gibi güzel mi? Brüksel’de nefesim kesilmişti diyordu... Gerçekten 2007’de Brüksel’de dönmüş dolaşmış Grote Markt’a atmıştık kendimizi. Kaldırım kenarına oturmuş gelen geçeni seyrederken, taze delikanlıların önümüzde taşlara uzanarak bira içmelerine bakarken ulu orta ot sarmalarına şahit olmuş, inanamamıştık. M. oğlanlardan biriyle laflamıştı biraz. Üzerinde 2 grama kadat ot bulundurmak serbestmiş ama öyle polisin gözüne soka soka içmeyecekmişsin, başka bir mahsuru yokmuş.

Schiphol'den yolculuk
Uçak check-in işlemimiz tren istasyonunda yapıldığından ve Schiphol havaalanında bize koltuk seçme imkanı verilmediğinden hayıflanıp duruyorduk. 8-9 saatlik yol boyunca, ilk defa okyanus aşırı aşacakken, camdan dışarı bakamadan kimbilir hangi iki tombiş teyzenin, homurtulu amcanın arasında oturacaktık. Ama gül annem bana hep şanslı olduğumu söyler. Gerçekten de 30 G ve H numaralı koltukların çıkış kapısı yanı pencere kenarı, geniş bacak uzatma imkanlı ve iki kişiye özel olduğunu görünce havada bir takla attık. Minik ekranlarımızdan Pötürgemle aynı anda başlattığımız filmleri izleyerekten, parıl parıl bulutlar gözümüzü kamaştırmadığında camdan aşağı bakaraktan ve sıkıntıdan her ikram edileni hapur hupur yiyerekten yolumuzu gittik (Cem Yılmaz “uçuyoruz” / “uçtuk” sözleriyle dalga geçtiğinden beri söyleyemiyorum o sözcükleri). Grönland üzerinden geçerken karlı dağları, denizdeki buz kütlelerini gördük. Anne ben iceberg gördüm.

Calgary
Saatlerimizi 8 saat geriye aldık. Beyaz kovboy şapkalı, kırmızı asker ceketli, buruşuk yüzlerine akça pakça bir gülümseme ve kemiklerinde yılların ağrılarıyla yaşlı insanlar, havalimanında elektrikli arabalarla yavaş yavaş dolaşaralk, çantalı yolcuları ve diğer yaşlıları taşıyorlardı. İlk defa Calgary havalimanı marketindeki kız sordu bana “How is it goin’?” diye. Hönk dedim, ona ne ki? Gelir gelmez havalimanındaki ilk izlenimlerimiz mi merak ediliyor? “Err, fine. So far so good. What about you?” Sonradan öğrenecektim, Kanadalıların 'selam' / 'hi!' demek yerine 'nasılsın' dediğini, cevabını pek de önemsemeden... Otobüse binip Banff milli parkına doğru yola çıktık. İlk gördüklerimiz: Kar, pus, yağışla ıslak ve gepgeniş otobanlar, büsbüyük arabalar... 

--- devamı sonra...

Eksiklik - Ek

1 Mayıs'ta yayınladığım "Eksiklik" yazısından sonra bir endişeye kapıldım. Acaba yazdıklarım sığ bir analizden öteye gitmiyor mu, bir de düşündüklerim doğudaki insanları, onların yaşayışlarını, ahlakını küçümsemek gibi anlaşılır mı? Öyle çok okuyanım edenim olmadığından doğuluları hakir gördüğüme dair bir yorum / geri bildirim almadım. Ama yine de o yazıya eklenecek birkaç söz söylemek istiyorum.

İnsanların korkutularak, susturularak eğitildiği toplumlarda yetişen bireylerin, kendilerine ve başkalarına büyüklerinin onlara davrandığı gibi davranacağını düşünüyorum. Yani hayatı boyunca düşünceleri duyguları önemsenmeyen / sorulmayan / susturulan insanların kendi düşünceleri ve duyguları üzerine düşünmeyeceğini; düşüncelerine dair farkındalıkları eksik olduğundan gelişmeyeceklerini, olgunlaşmayacaklarını; ve duygularına / isteklerine dair kendi kendilerini yargılamayacakları için de vicdanlarının zayıf olacağını düşünüyorum.

Şiddetin olağan görülmesi hatta benimsenmesi, kucaklanması da bu durumun sonucudur bence. Kendi hayatımdan küçük bir örneğin bunu gösterdiğini, Siirt'te olanların, Bilge köyündeki katliamın da bunun devleşmiş biçimi olduğunu düşünüyorum. Benim ailemde de var çocuklarını sürekli höt diyerek, azarlayarak, susturarak büyüten ebeveynler. Çocuklarının sadece uysal ve şirin hallerini sevebilenler. Bir kuzenimin cep telefonu silah patlaması melodisiyle çalıyor(-du onu en son gördüğümde). Tak tak tak tak! Ard arda tabanca patlamaları şeklinde... Böyle bir şey olabilir mi? İnsan gün içinde defalarca silah sesleriyle irkilmek isteyebilir mi? Bu nasıl bir tercihtir? Neyi sevmektir, Polat Alemdar? Memati filan mı? Başka cevap daha da ürkütücü olur... Başka bir kuzenim ise Kim Ki-Duk seviyor, Nuri Bilge Ceylan seviyor -herkesin kolayca sevemeyeceği yönetmenler. Ama işte bu kuzen okula daha çok gitti, daha çok sosyalleşti. İnsanları, kendisini daha çok tanıdı.

Bu yüzden kapalı ve muhafazakar toplum yapısı yerine, her şeyin -her kavramın, inancın, kişinin, fikrin, davranışın, duygunun, tercihin, arzunun- tartışılacağı, sorgulanacağı toplum yapısını savunuyorum.

Eksiklik

Şimdi yazacağım şey çok kötü, çok üzücü. Ama unutmamak için yazmam gerekiyor... Günlerdir düşünüyorum Siirt'te olanları. "Şehrin türlü kesimlerinden yüz kişinin, yedi ilkokul çocuğuna iki yıl tecavüz etmesi" cümlesini kafama sığdıramazken ikinci haber geldi. Bir grup ortaokul çocuğu, iki bebeğe tecavüz ediyor; birini boğuveriyorlar, ötekini de boğduklarını sanıyorlar, ama o bebek yaşayakalıyor. Bu ortaokullu çeteye bebekleri birer birer bir KIZ getiriyor. Kız kendi kuzenlerini bu çeteye veriyor, çünkü oğlanlar kızın eşofmanını zorla indirip ona zorla sarılıp öyle fotoğrafını çekmişler. Kızı resimleri ailesine göstermekle tehdit etmişler.
Daha birkaç ay önce, erkeklerle konuştuğu için ailesi tarafından öldürülüp evinin arka bahçedekindeki kümese gömülen kızın haberini okumuştuk (kızın adı Medine, memleketi bizimki). Kendi kuzenlerini o oğlanlara götürüp veren kızın böyle bir korkusu olmalı diye düşünüyorum. Delirmiş, vahşileşmiş değilse; birilerini öldürmek yok etmek arzusuyla için için yanmıyorsa eğer. Medine'nin annesinin göz yumuşunu, Siirtli kadınların iki yıllık sessizliğini de buna yoruyorum. Erkeklerden korktuklarına, sessiz kalmaya alıştıklarına, çaresizliği kabullendiklerine.
O erkek çocuklarının yaptıklarını düşünüyorum. Nasıl olur da iki üç yaşındaki bebeklere tecavüz etmeyi isterler? Nasıl olur da ifade verirken "hepimiz sırayla tecavüz ettik" diyebilirler? Bu cümleyi nasıl kurar, nasıl sığdırırlar ağızlarına?
Tecavüz etmeyi normal algılıyorlar. 'Zorla seviştik işte...' diyorlardır belki de içlerinden. Tecavüz sözcüğünden/kavramından korkmuyorlar, çekinmiyorlar. Bebeğe tecavüz etmiş olmaya ayrıca bir anlam yüklemiyorlar. Pedofili değil zaten bence bu. Bu sadece gücünü yetirebilme meselesi. Onlar sadece ergendi, hormonları kulaklarından akıyordu. Ellerinde olsa güzel kızlarla, kadınlarla sevişirlerdi; ama bu mümkün değildi. Birbirlerini gaza getirdiler, önce bir akranlarında denediler şanslarını, olmadı, bebek olsun bari dediler. Peki nasıl oldu da yapabildiler bunu? Bir an olsun düşünüp acımadılar mı ne cinselllikle ne düşmanlıkla alakası olan o yavrucaklara? Vicdanları uyanmadı mı? İçlerinden biri bile 'bi durun oğlum' demedi mi?
Galiba demedi. Çünkü bu çocuklar vicdanı öğrenmemiş (benim bulabildiğim tek açıklama bu). Çünkü kimse onlara öğretmemiş. Yaşadıkları yerde (bizim ülkemiz) herkes gücünün yettiğine yöneliyor. Herkes fırsat kolluyor. Kimi nasıl ezdiğinin, üzdüğünün önemi yok. Önemli olan senin ezilmemen üzülmemen, elde etmen, tatmin olman. Bu oğlan çocukları kendi evlerinde hep susturulmuş. (Höt! Höt diye söyleyince ne kadar basit değil mi. Ne kadar aşina kulaklarımız...) Basit şeyler için bile fikirleri sorulmamış. Onları eğitmek adına aileleri sadece  - toplumuzun yüce erdemi - "büyüklere saygı"yı öğretmiş: Kendinden güçlü olana sataşmamayı, mümkünse ses bile çıkarmamayı. Onların duyguları sorulmamış. Önemsenmemiş. Sonuçta bu oğlanlar, kendi duygusunu düşüncesini bile önemsemez hale gelmiş. Kendine bile sormuyor ne yapıyorum diye. Birincil dürtülerine bırakmış kendini... Nasılsa o olsa olsa bir hayvan kadar önem arz ediyor. Diğer insanlar hatta hemen yanındakinin de ondan bir gıdım fazla değeri yok, zira onun da değeri yok...
Suç diye bir algıları da yok besbelli. Suç, sadece örtbas edilemediğinde problem. Hapis yatıp çıkıyorson ama, pek de büyük mesele değil. Saygıdeğer büyükleri suçlarını macera olarak anlatıyordur onun yanında...
Birazcık düşünüp kendilerini sorgulasalardı belki dururlardı. Çok değil birkaç sene sonra geneleve gidebilirlerdi zaten. En fazla beş altı sene sonra herhangi bir kız onlara karı olarak verilirdi...
Oradaki kızları geçtim, anneler bile ayağa kalkmıyorlar. Oturup Seda Sayan'ı izliyorlar televizyonlarından, böreklerini pişiriyorlar kocalarının sevdiği şekilde. Onların bile vicdanı uyanmıyor.
RTE de çıkmış, hiç değilse sussaydı, bunlar haber yapılıyor diye kızıyor. Hiç değilse yalandan "çok üzüldük, çocuklarımızın fiziki ve ruhsal sağlığı için endişeliyiz, toplumu rehabilite etmek için sosyal görevliler göndereceğiz" diyebilirdi.
Tuna Kiremitçi de yazmış, Pucca'dan çok çok az izleyicisi olan blogunda bu konuyu, "Çocukların masallardaki gibi masum kalabilmesi için, doğdukları toplumun olgunlaşması şart" diye noktalamış Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın şiiri eşliğinde. Şiir içime apağır oturdu. 

İnci Küpeli Kız, Süt Döken Kadın'a karşı


Çıtırın Mutfak Sorunsalı

Moda ve hafif yemek tarifleri yazan kadın diye bir kere daha anmıştım burada, Deniz Berdan'ı. Kadına kafayı takmışım gibi olacak ama bir meselem var. Bu modaperest kadın, bir blogunda gezdiği yerlerde yakaladığı renkli karelerde kolunu şöyle kaldırıp belini böyle büküp poz veriyor, bir "iki çocuk annesi" için taş sayılacak bir güzellikte endam eyliyor; diğer blogunda ise soğanlı baharatlı yemek tarifleri veriyor. Ama onun merdanesi mavi, turta tabanının üzerinde de cam boncuklar var.

Ben de vanilyalı tarçınlı kek pişirince kendimi bir tatlı, bir özel hissediyorum. Hem evimin kadınıyım, hem de hoşum gibi. Ama işte soğansız sarımsaksız olmayan zeytinyağlılarda aynı etkiyi yakalayamıyorum! Pırasanın soğansı kokusu evi sararken içimdeki feminenliği de öldürüyor.

Pırasanın üzerine kahveli dondurma ve şarap ikram ederek durumu kurtarmaya çalışıyorum.

Vermeer de inci küpeli kızın peşinde koşmuyor muydu! :(

Öğrenci şehri Groningen'de moda rüzgarı doğudan esiyor

Hollanda'da kuzeyinde kendisinden öte köy olmayan Groningen'de yaşıyoruz. Bu küçük şehri, pötürgemle benim de öğrencisi olduğumuz üniversite kalabalıklaştırıyor. Bu şehir insanları öğrenciye alışkın, içip de sokaklarda bağıra çağıra eğlenenlere kötü gözle bakmıyorlar. Barların olduğu caddeye geceleri şirin mi şirin, temsili tehdidinden yüksek atlı polisler gönderiyorlar arasıra. Yabancı öğrenci öyle çok ki, pazar esnafı dahi İngilizce konuşmaktan yüksünmüyor.

Pazar esnafı demişken... Kardeşim buradaki sarışın mavi gözlü, akça pakça pazarcıların "Sorry I can't speak Dutch" diye başlayan konuşmalarımıza, Avrupalı gururuyla olgun bir şekilde gülümseyerek "No problem, English is good.." diye cevap vermesine hasta olmuştu. Ben de Türkiye'den her gelen misafirimi pazara götürüp bu hoş deneyimi yaşatıyorum. Neyse, ben pazarcıları seviyorum. Onlar da bana boş değil. 

Üniversite de öğrencilerini seviyor. İşte bana yine bir mektup göndermişler bugün. Yabancı öğrenci olarak, İngilizce bir programda kayıtlı olduğum belli. Ama bana yine de Hollandaca bir şeyler yollamaktan çekinmiyorlar. Hacettepe de öyle yapardı diye hoş görüyorum, zaten bazen kibarlık edip mektupların arka sayfasına İngilizce versiyonunu da ekliyorlar. Mektup konusu, bir ödeme veya seminer duyurusu filan olabiliyor. Genelde en son satırda şu çıkıyor karşıma: "Seminer dili Hollandaca olacaktır." Öyleyse neden zahmet edip bana mektubu gönderiyorsunuz? Madem semineri ja*, goed** diye diye takip edecek şekilde Hollandaca öğrendiğimi varsayıyorsunuz, mektubu İngilizce'ye çevirmeye neden gerek duydunuz? Bu sorularım yanıtsız kalacak. Saftrikler sanırım biraz.

Bugün de bir katalog göndermişler. Google Translate yardımıyla ve yazanları kendimce İngilizce'ye benzetmeye çalışarak katalogun Öğretmenlik Yüksek Lisans program tanıtımı olduğunu anladım. Galiba burada böyle bir master yapanlar örtmen olabiliyor. 

Katalogda iki kızımızın resmi var. İkisi de sarışın değil. Bizim reklamlarda ise alnına dökülen lülelerin arasından iri su yeşili gözleriyle bakan altın saçlı insanlar daha şık durmaktadır. Bu yüzeysel analizden sonra, izninizle kızlarımızdan birinin resmini buraya ekleştirerek onu tepeden tırnağa incelemek ve bloguma moda blogu vasfı kazandırmak istiyorum.

Gördüğünüz gibi kızımız öyle doğal bir anda habersizce resmedilmiş havasında; ama duruşu hoş, boyu bosu yerinde (zaten kızlar tuvaletinde bunlar için asılan aynalarda ben sadece çenemden yukarısını görebiliyorum). Hollanda şehirlerinde rüzgar güçlü ve serin estiğinden şalsız fularsız gezilmez (ama bisikletin önüne oturtup yüzüne rüzgarı vere vere gezdirdiğimiz melek yavrumuza atkı matkı takmaya gerek yoktur, onun bağışıklığı güçlensin, biz şık olalım). Kate Moss'la dünyaya yayılan poşu desenleri  burada da gözde. Peşisıra ise klasik 'şal' desenleri tercih edilir; havanın puslu ve merhametsiz olduğu bu diyarda insanlar grilere, kahvelere, toprak renklerine sadıktırlar.

Bisiklet ve yağmur çamur demeden koşma alışkanlığı sayesinde bacaklar ince ve biçimli, o halde skinny jean'leri çekinmeden giyiyoruz! Converse burada da her daim güncelliğini koruyor, yalnız bir farkla. Burada strech paçalar Converse'in bilekleri üzerine indirilmiyor. Ayakkabının dili öne doğru sarkacak şekilde paçalarımız içeride kalıyor. Burada ne kızlar ne erkekler Converse hastası. Ankara İstanbul gibi her 10 gencin 7'si Converse giymez burada. Ama giyeni de kışa yağmura aldırmadan giyer!

Hollanda'da koyu renk saçlar ya da İskadinavya sarılarıyla fark yaratırsınız. Ortalama bir sarışınsa alelade kalmaya mahkumdur... Modern öğretmen kızımız da bunu biliyor.

Kırmızı oje burada öyle revaçta değil, ne de allık. Ama sarı saçlara inat siyah maskara ile belirgin göz makyajı, bu mavişlerin vazgeçilmezidir. Cesur olanlar takma kirpiklerle yapay duvar tırmanışına bile giderler. Kaş dizaynı bilmiyorlar, hala böyle yay yay yapıyorlar. Neyse ki fazla bir kaşları yok! (Konu mankeni bir istisna ya da güçlü bir kalemle çizmiş o yayları.)

Siz de kısa bir deri mont, bir tayt, bir şal ve çizme ya da Converse ile Hollandalı kız çizgisini yakalayabilirsiniz. Çetin hava şartlarına uymak için bu en rahat, en umursamaz tarzı yaratan kızlar, üstelik de tutumludurlar. Hesaplarını bilirler. Bir kışa bir çizme harcanır, şık ayakkabılar gündüz eskitilmez. Stilettolar, gece minilerin altına giymek içindir. O topukların üzerinde bohem bir Hollanda gecesinde, kışın bile çorapsız üşünmez. Sigara içmek için çıkılan bar önlerinde etrafa gülücükler saçılır. Burada kurulan sosyal bağlarla ev arkadaşları edinilir; kiradan da tasarruf edilir.

* evet, ** iyi (Ya ne olacağdı - bu kadar biliyorum.)