Bugün ne giydim?

Ha bir de bunu yapacaktım. Blog okuyalım ne güzel derken derken iş gibi moda bloglarına sardım. Cin fikirli kızlar, çeşitli modacıları, etkinlikleri, tarzları, giysileri bloglarında değerlendiriyorlar. Bir yandan da ne giydiklerini bizle paylaşıyorlar (to inspire us). Onlara teşekkürler!..
Ben de buradan veya buradan değil şuradan ilhamla, bugün ne giydiğimi sizlerle paylaşarak blogumun moda yanını pekiştirmek istiyorum.

Leather Coat: Top Shop
Blouse: No name (galiba pazardan alınanlara böyle diyorlar)
Belt: Mavi Jeans
Jeans: Levi's
Bag: Sister's old (annemin eskisi olsa vintage olacaktı)
Shawl: H&M Holland (ucuz kaçamaklarımız...)
Place: Garden of Rijksuniversiteit Groningen Heymansgebouw 

Evet, herkes gibi giyinmişim ama bak ben sonunu daha gösterişli dursun diye Hollandaca yazdım. Yüzümü neden kardanadamla sakladım, onu bilmiyorum...

Pembe gönlüm sende (hakara makara)

Geçenlerde istasyonun arkasındaki sokağa giderken yandaki binanın önünde başbakanı gördük. J.P.Balkenende. RTE değil (thank God). Adam sen öyle tek başına dur, karşındaki neşeli gençlere ayak üstü fotoğraf ver. Güler yüzlü, genç, dinamik gibi. Ben tanıyamazdım, ama Pötürgem tanıdı. Sonra Hollandalı arkadaşlarımıza sorduk, buraya gelmiş olabilir mi, gençlerle eğlentili toplantı düzenlemiş olabilirler mi diye. Ben dedim, böyle yeşilli kravat takmıştı... Justin dedi "her zamanki gibi."

Ne? Her zaman yeşilli kravat mı takıyor?! (Koyu yeşil değil...)

Meğersem burada öyleymiş (cahiliz işte, İngiltere de de öyleymiş, pfff). Rengin tonu konusunda ne kadar hassas olduklarının ispatı işte vikipedi'de. Bu partinin elemanları hep bu renk kravat takarmış, sosyalistler kırmızı, liberaller mavi, hristiyanlar sarı (neden sarı yahu?). Komik. Düz. :)) LOL

Sonracığıma, bugünkü Hollanda haberleri arasında ilk beşte şu var: "Balkenende haber muhabirine 'çok tatlısın' dedi." Muhabir hanım, seçim arefesindeki başbakana koalisyon hakkındaki  bilmemne bıdı bıdı görüşlerini sormuş. Balkenende yan basar mı, yapıştırmış kaçamak cevabı: Çok tatlı görünüyorsun mmm.. Feministler ayakta.

Hanımlar Yarışıyor

Benim gördüğüm Hollandalılar oldukça sportif. Soğuk, yağmur, sis demeden koşuyorlar; 10 yıldır yağmayan kar diz boyu yağdığı gün bile bisikletleriyle çıkıyorlar yola - bir otobüse bin bir yürü ama di mi. Zaten senin şehir dediğin yer küçücük bir coğrafya... Gerçi belki de tembellikten biniyorlardır bisiklete, yürümeye üşenip çabucak gidebilmek için nereye gidiyorlarsa. Nitekim köpeklerini bisikletle gezdiren insanlar var. Kendileri fır fır pedal çeviririrken, tasmalarından tuttukları köpecik bisikletin yanında kulaklarını sallaya sallaya koşuyor. Aha geçtin geçicen köpeğin ayağının üstünden diye aklım çıkıyor...

Benim Hollanda'ya daha yeni geldiğim günlerde Pötürgem de bir koşudan bahsediyordu: 4 Mijl. Burada metrik sistem kullanımda ama bu yarış 4 mil koşusu. Pötürgemin hedefi dereceye girmek değil; yarışa katılan tez danışmanından daha sürede koşuyu bitirmekti. Neyseki koşu öncesi gece arkadaşlarımızla bir geç-düğün-partisi yapıp biraları ve Kristian'ın güzel elleriyle yaptığı white russian'ları içtik de Pötürgem hırsından vazgeçti. Gel gelelim yarış Pötürgeme değil bana yaradı. Ben o tarihe kadar koşmamıştım, koşamazdım. 'Koşunca insanın beyni zonk zonk zonkluyor hiç bana göre değil, kusarım' modundaydım. Ama bir de baktım ne göreyim. Kılları kadayıf olmuş, yüzleri hacı dede gibi pembecik yaşlılar mı koşmuyor, dilleri dışarda el kadar çocuklar mı... Sade onlar değil, gelinlik giymiş gay adamlar koşuyor! (Zor kısmı gay halinle koşmak değil, gelinlikle koşmak elbet) Bu resimde koşanlar nedendir bilinmez eski Romalı kıyafetlerinden giymişler. Bir de tavşanlar vardı... Benim neyim eksik, ben de koşaydım dedim, gözüm kaldı.

Sonra günlerden bir gün evimize bir posta geldi - şehrin bütün koşularının reklamı. Bir tanesi Ladies Run, hanımlar koşusu. Anne-kızlar için 2.5km, hırssız insanlar için 5km, dötüne güvenenler için de 10km. Hiç koşmamış ben hangisi seçmeliydim? Kendimi henüz anne olmaya hazır hissetmediğimden (daha ben kendim çocuğum) 10km'ye kaydoldum. Eşim dostum güldü bana.

Koşu 6 Haziran'da (desteğinizi bekliyorum!). İlk antrenmanıma Salı günü çıktım. Annemlerle ördeklere ekmek attığımız parkta, havuz kenarında 5 tur attım, turların 900m olduğunu sanıyordum. Eve gelip sevgili google maps'ten kontrol edince bir turun 1.4km olduğunu gördüm. Haloloy. Ignorance is a bliss. İlk denememde 7km koşmanın karşı konulmaz hafifliği... Gel gör ki ikinci gün (Çarşamba) her yanım (belim bile!) hamladığından evden dışarı çıkmadım. Bugün ikinci antrenmana gittim, yine 5 tur. :) Koşarken dizi ağrıyanınız varsa dizlik öneririm ama yanlar ve beller için bir çözüm bulamadım.

Bugün bir sürü insan geçti ben koşarken yanımdan. Yaşını başını almış bir teyzeyle amca bana gülerek ve galiba acıyarak baktılar. Birkaç insan anlamadığım bu dilde bir şeyler dedi. Çok mu biçare görünüyordum, çok mu kızarmıştım? E ben onları da biliyorum! Okulun spor merkezinde circuit training yaparken, bu sapsarı-bembeyaz insanların nasıl kızardıklarını gördüm. Yanakları pembeden mora doğru öyle bir gidiyor ki, ben "ay bu genç irisinin tansiyonu çıktı galiba, düşecek şimdi!" diye panikliyor, gözlerimi ayıramıyorum kendilerinden...
Koşum bitince gururlu kimliğimi bir kez daha kuşanıp ne yaptım? Tipimin, yüzümün ne halde olduğunu önemsememeye çalışarak park yakınındaki Türk marketine gidip zeytinle salça aldım, "meh meh -anlamsız gülüş- koştum da parkta, kırmızıyım di mi"...

Bir de kozmetikle ilgili yazılarda "bu bık bık allık fitness salonundan yeni çıkmış gibi taze ve doğal bir pembelik verir yanaklarınıza" derler! Tanrım senden dileğim: Beni spordan sonra kimse görmesin. 11.45'te koşuyu bitirdim, eve geldim, su içtim, kola içtim, duş aldım hala pembeydim...

Pucca olsa "deli mi mikti? ne koşuyosun kıçını yırta yırta!" gibi bir şey derdi herhalde. Ben öyle bir dili ne kadar denesem yine estetik kullanamam. Tü kaka demek değil niyetim; zaten şu blog dünyasında onlarca kişi Pucca'yı taklit ediyor, benim küçük dünyamdan görebildiğim kadarıyla. 

Ben Nip/Tuck dizisinde eskiden pornocu olup Christian'ı düğün günü terk eden ama aslında bir manyak tarafından kaçırıldığı anlaşılan ve bu manyaktan yediği dayak ile uhrevi dünyaya yönelip kendini scientology tarikatına adayan Kimber'ın ermiş ruh haliyle söylediği "eskiden spor salonuna gitmeden önce 1 saat süslenirdim, ne gerzekmişim." lafı ile kendimi avutuyorum. İçimde yer etmiş.

Turistlik en güzel meslek (1-Kanada'ya gitmek)

Kanada-Calgary’ye gitmek için Amsterdam’dan veya Brüksel’den yola çıkma alternatiflerimiz vardı, biz daha ucuz olan Brüksel çıkışını seçtik ama sonuçta aldığımız saçmasapan koskomik bir bilet çıktı: Antwerp’ten Amsterdam’a tren, sonra Amsterdam’dan uçuş! Evet, KLM yolun birazında bizi trenle gönderiyor, sonra Amsterdam’da uçağa bindiriyor ama bunu Amsterdam kalkışlı aynı uçuştan daha ucuza satıyor. Üstelik uçak check-in işlemi sadece Belçika'daki tren istasyonlarında yapılıyor... Gözümüzle görene kadar inanmadık ama bu vesileyle 27 Nisan 2010 Pazartesi yollara düşüp Belçika’ya giderek seyahatimize başladık.

Ghent
Ghent, Belçika’nın eski ve güzel bir şehri. İstanbul’u, Ankara’yı ve diğer başkentleri gördükten sonra Avrupa şehirleri bana genelde küçük görünüyor, ama Ghent nüfusu ve caddeleriyle diğerleri içinde büyük sayılırmış. Orada çalışan ve arabasız adım atmayacağını söyleyen tatlı Özlem, Hollanda’nın olağan geciken treni NS ile gecikerek gelen bizleri istasyonda karşıladı. Hep taş döşenmiş ve hep tek yön olan sokaklarda döne döne biraz gezinerek bir Türk restorantına gittik. Pötürgem ile ben, gittiğimiz yerlerde Türk restoranı aramayız pek; çünkü ete kebaba düşkünlüğümüz yok. Ama Avrupa’da yaşayan çoğu ahbabımız yeni gittikleri yerlerde bile hemen en iyi Türk yemeğini ararlar. Ama Ghent’teki Özlem’in Ömer Ustası, Berlin’de Kreuzberg’deki Hisar Ocakbaşı’na basar. Hayatımda ilk defa sarımsağın varlığından rahatsız olmadan yoğurtlu kebap yedim. En son ekmekçiklerine varana kadar yedim. Nitekim şimdi tatil resimlerine bakınca kendimi tombiş görüyorum. Hıfk.

Sonra Özlem’in deyimiyle ‘kordon boyunda’ yürüdük biraz. Ghent’teki kanalın/nehrin yan taraflarından hemen cadde geçmiyor, insanların gezinmesi için kaldırım gibi, kordon gibi hat yapılmış. Ghent okullarının çok uluslu gençliği de bu kordona yayılmış, oturmuşlar yerlerde keyiflerine bakıyorlar. Çok özendim çok... Bizim oralarda bi adam çıkar içki içiliyor diye bıybıylanır, birisi aşna fişne var diye kıllanır. En son belediye orayı kapatır, çay bahçesi yapar... Sonra bir oda kadar barda onlarca çeşir jenefer sunan bir bara jenever içmeye gittik. Jenever bir çeşit likör (cin), Hollanda’da Belçika’da yaygın. Bu barda envai çeşit aromalı jenever’lardan seçip shot bardaklarında shot’lamadan usul usul içiyorsunuz. Alkol oranı %15’ten başlayıp 40’lara doğru gidiyor, siz de o arada mandalinalı mı içsem muzlu mu, yoksa fındıklı mı kestaneli mi diye başkasının bardağına göz dikiyorsunuz. Üçer tane içtik döndüre döndüre, Özlemimiz çalışan bayan, hafta içi onu çok hırpalamayalım dedik. Damağımızda kalan tatlı lezzetle eve gidip uyuduk. Çok teşekkürler Özlem, bir de kruvasanlar almışsın tostlar yapmışsın bize sabah sabah.

Antwerp
Sabah erkenden Antwerp’e vardık, Ghent’ten daha büyük daha çok bilinen bir şehir. Dev sırt çantalarımızı istasyonda emanet dolaplarına klitledikten sonra şehri bir görelim dedik. Pötürgem daha önce görmüş ama pek hatırlamıyor; benim doğum günüm olmuş, hava güneşli. Antwerp tren istasyonun bir yanından capcanlı şehir başlıyor, bir yanında ise hayvanat bahçesi var. Hayvanatı çok severim ama biz şehre doğru yürüdük. Caddelerden, ara sokaklardan geçtik. Belçika biraz Hollanda’ya benziyor, yani alıştığımız küçük tuğla binalar, aynı garip dilin yumuşak aksanını konuşan ve hiç de Hollanda’daki kadar sarı veya uzun olmayan insanlar. Ama AB başkenti Brüksel de dahil olmak üzere Belçika, orijinal tarihi mimarisini korumakta çok ısrarlı değil. Aynalı plazaları veya büyük beton binaları dikmekten çekinmiyor. Dantelli gömleklerin, fistolu eteklerin olduğu bir vitrinde ben aaaa harikaaaa diye coşunca, Pötürgem hadi bakalım dedi ve yine bir Mango olduğunu anladığımız mağazaya girdik. Doğum günü güzel bir şey, bana fırfır kollu bir bluz aldık. Ankara’da da olabilecek sıradan görünümlü bir caddeden yürüyorduk ki şehrin güzel meydanına vardık. Brükseldeki gibi Antwerp’te de şehir meydanının ismi Büyük Pazar anlamına gelen Grote Markt, ve bu meydan da yine geniş, ferah, şirin. Meydanı çevreleyen tarihi binaların cepheleri hep özel, ışıltılı, heykelli, süslemeli (resme bak). Altlarında kafeler, ortada kocaman bir heykel, kadınlı erkekli. Meydanın eski yuvarlak taşlarına ince ince su fışkırtıyor. Gözümün önüne bizim Ankara’nın pis havuzlarında suyla oynayan çocuklar geldi; yaz olsa bu duş gibi akan fıskiyeye dayanamaz, ben de girerdim suyun altına!
Trenimize binip Amsterdam’a giderken kardeşim M.’den gelen mesajı okudum, Antwerp meydanı Brüksel’inki gibi güzel mi? Brüksel’de nefesim kesilmişti diyordu... Gerçekten 2007’de Brüksel’de dönmüş dolaşmış Grote Markt’a atmıştık kendimizi. Kaldırım kenarına oturmuş gelen geçeni seyrederken, taze delikanlıların önümüzde taşlara uzanarak bira içmelerine bakarken ulu orta ot sarmalarına şahit olmuş, inanamamıştık. M. oğlanlardan biriyle laflamıştı biraz. Üzerinde 2 grama kadat ot bulundurmak serbestmiş ama öyle polisin gözüne soka soka içmeyecekmişsin, başka bir mahsuru yokmuş.

Schiphol'den yolculuk
Uçak check-in işlemimiz tren istasyonunda yapıldığından ve Schiphol havaalanında bize koltuk seçme imkanı verilmediğinden hayıflanıp duruyorduk. 8-9 saatlik yol boyunca, ilk defa okyanus aşırı aşacakken, camdan dışarı bakamadan kimbilir hangi iki tombiş teyzenin, homurtulu amcanın arasında oturacaktık. Ama gül annem bana hep şanslı olduğumu söyler. Gerçekten de 30 G ve H numaralı koltukların çıkış kapısı yanı pencere kenarı, geniş bacak uzatma imkanlı ve iki kişiye özel olduğunu görünce havada bir takla attık. Minik ekranlarımızdan Pötürgemle aynı anda başlattığımız filmleri izleyerekten, parıl parıl bulutlar gözümüzü kamaştırmadığında camdan aşağı bakaraktan ve sıkıntıdan her ikram edileni hapur hupur yiyerekten yolumuzu gittik (Cem Yılmaz “uçuyoruz” / “uçtuk” sözleriyle dalga geçtiğinden beri söyleyemiyorum o sözcükleri). Grönland üzerinden geçerken karlı dağları, denizdeki buz kütlelerini gördük. Anne ben iceberg gördüm.

Calgary
Saatlerimizi 8 saat geriye aldık. Beyaz kovboy şapkalı, kırmızı asker ceketli, buruşuk yüzlerine akça pakça bir gülümseme ve kemiklerinde yılların ağrılarıyla yaşlı insanlar, havalimanında elektrikli arabalarla yavaş yavaş dolaşaralk, çantalı yolcuları ve diğer yaşlıları taşıyorlardı. İlk defa Calgary havalimanı marketindeki kız sordu bana “How is it goin’?” diye. Hönk dedim, ona ne ki? Gelir gelmez havalimanındaki ilk izlenimlerimiz mi merak ediliyor? “Err, fine. So far so good. What about you?” Sonradan öğrenecektim, Kanadalıların 'selam' / 'hi!' demek yerine 'nasılsın' dediğini, cevabını pek de önemsemeden... Otobüse binip Banff milli parkına doğru yola çıktık. İlk gördüklerimiz: Kar, pus, yağışla ıslak ve gepgeniş otobanlar, büsbüyük arabalar... 

--- devamı sonra...

Eksiklik - Ek

1 Mayıs'ta yayınladığım "Eksiklik" yazısından sonra bir endişeye kapıldım. Acaba yazdıklarım sığ bir analizden öteye gitmiyor mu, bir de düşündüklerim doğudaki insanları, onların yaşayışlarını, ahlakını küçümsemek gibi anlaşılır mı? Öyle çok okuyanım edenim olmadığından doğuluları hakir gördüğüme dair bir yorum / geri bildirim almadım. Ama yine de o yazıya eklenecek birkaç söz söylemek istiyorum.

İnsanların korkutularak, susturularak eğitildiği toplumlarda yetişen bireylerin, kendilerine ve başkalarına büyüklerinin onlara davrandığı gibi davranacağını düşünüyorum. Yani hayatı boyunca düşünceleri duyguları önemsenmeyen / sorulmayan / susturulan insanların kendi düşünceleri ve duyguları üzerine düşünmeyeceğini; düşüncelerine dair farkındalıkları eksik olduğundan gelişmeyeceklerini, olgunlaşmayacaklarını; ve duygularına / isteklerine dair kendi kendilerini yargılamayacakları için de vicdanlarının zayıf olacağını düşünüyorum.

Şiddetin olağan görülmesi hatta benimsenmesi, kucaklanması da bu durumun sonucudur bence. Kendi hayatımdan küçük bir örneğin bunu gösterdiğini, Siirt'te olanların, Bilge köyündeki katliamın da bunun devleşmiş biçimi olduğunu düşünüyorum. Benim ailemde de var çocuklarını sürekli höt diyerek, azarlayarak, susturarak büyüten ebeveynler. Çocuklarının sadece uysal ve şirin hallerini sevebilenler. Bir kuzenimin cep telefonu silah patlaması melodisiyle çalıyor(-du onu en son gördüğümde). Tak tak tak tak! Ard arda tabanca patlamaları şeklinde... Böyle bir şey olabilir mi? İnsan gün içinde defalarca silah sesleriyle irkilmek isteyebilir mi? Bu nasıl bir tercihtir? Neyi sevmektir, Polat Alemdar? Memati filan mı? Başka cevap daha da ürkütücü olur... Başka bir kuzenim ise Kim Ki-Duk seviyor, Nuri Bilge Ceylan seviyor -herkesin kolayca sevemeyeceği yönetmenler. Ama işte bu kuzen okula daha çok gitti, daha çok sosyalleşti. İnsanları, kendisini daha çok tanıdı.

Bu yüzden kapalı ve muhafazakar toplum yapısı yerine, her şeyin -her kavramın, inancın, kişinin, fikrin, davranışın, duygunun, tercihin, arzunun- tartışılacağı, sorgulanacağı toplum yapısını savunuyorum.

Eksiklik

Şimdi yazacağım şey çok kötü, çok üzücü. Ama unutmamak için yazmam gerekiyor... Günlerdir düşünüyorum Siirt'te olanları. "Şehrin türlü kesimlerinden yüz kişinin, yedi ilkokul çocuğuna iki yıl tecavüz etmesi" cümlesini kafama sığdıramazken ikinci haber geldi. Bir grup ortaokul çocuğu, iki bebeğe tecavüz ediyor; birini boğuveriyorlar, ötekini de boğduklarını sanıyorlar, ama o bebek yaşayakalıyor. Bu ortaokullu çeteye bebekleri birer birer bir KIZ getiriyor. Kız kendi kuzenlerini bu çeteye veriyor, çünkü oğlanlar kızın eşofmanını zorla indirip ona zorla sarılıp öyle fotoğrafını çekmişler. Kızı resimleri ailesine göstermekle tehdit etmişler.
Daha birkaç ay önce, erkeklerle konuştuğu için ailesi tarafından öldürülüp evinin arka bahçedekindeki kümese gömülen kızın haberini okumuştuk (kızın adı Medine, memleketi bizimki). Kendi kuzenlerini o oğlanlara götürüp veren kızın böyle bir korkusu olmalı diye düşünüyorum. Delirmiş, vahşileşmiş değilse; birilerini öldürmek yok etmek arzusuyla için için yanmıyorsa eğer. Medine'nin annesinin göz yumuşunu, Siirtli kadınların iki yıllık sessizliğini de buna yoruyorum. Erkeklerden korktuklarına, sessiz kalmaya alıştıklarına, çaresizliği kabullendiklerine.
O erkek çocuklarının yaptıklarını düşünüyorum. Nasıl olur da iki üç yaşındaki bebeklere tecavüz etmeyi isterler? Nasıl olur da ifade verirken "hepimiz sırayla tecavüz ettik" diyebilirler? Bu cümleyi nasıl kurar, nasıl sığdırırlar ağızlarına?
Tecavüz etmeyi normal algılıyorlar. 'Zorla seviştik işte...' diyorlardır belki de içlerinden. Tecavüz sözcüğünden/kavramından korkmuyorlar, çekinmiyorlar. Bebeğe tecavüz etmiş olmaya ayrıca bir anlam yüklemiyorlar. Pedofili değil zaten bence bu. Bu sadece gücünü yetirebilme meselesi. Onlar sadece ergendi, hormonları kulaklarından akıyordu. Ellerinde olsa güzel kızlarla, kadınlarla sevişirlerdi; ama bu mümkün değildi. Birbirlerini gaza getirdiler, önce bir akranlarında denediler şanslarını, olmadı, bebek olsun bari dediler. Peki nasıl oldu da yapabildiler bunu? Bir an olsun düşünüp acımadılar mı ne cinselllikle ne düşmanlıkla alakası olan o yavrucaklara? Vicdanları uyanmadı mı? İçlerinden biri bile 'bi durun oğlum' demedi mi?
Galiba demedi. Çünkü bu çocuklar vicdanı öğrenmemiş (benim bulabildiğim tek açıklama bu). Çünkü kimse onlara öğretmemiş. Yaşadıkları yerde (bizim ülkemiz) herkes gücünün yettiğine yöneliyor. Herkes fırsat kolluyor. Kimi nasıl ezdiğinin, üzdüğünün önemi yok. Önemli olan senin ezilmemen üzülmemen, elde etmen, tatmin olman. Bu oğlan çocukları kendi evlerinde hep susturulmuş. (Höt! Höt diye söyleyince ne kadar basit değil mi. Ne kadar aşina kulaklarımız...) Basit şeyler için bile fikirleri sorulmamış. Onları eğitmek adına aileleri sadece  - toplumuzun yüce erdemi - "büyüklere saygı"yı öğretmiş: Kendinden güçlü olana sataşmamayı, mümkünse ses bile çıkarmamayı. Onların duyguları sorulmamış. Önemsenmemiş. Sonuçta bu oğlanlar, kendi duygusunu düşüncesini bile önemsemez hale gelmiş. Kendine bile sormuyor ne yapıyorum diye. Birincil dürtülerine bırakmış kendini... Nasılsa o olsa olsa bir hayvan kadar önem arz ediyor. Diğer insanlar hatta hemen yanındakinin de ondan bir gıdım fazla değeri yok, zira onun da değeri yok...
Suç diye bir algıları da yok besbelli. Suç, sadece örtbas edilemediğinde problem. Hapis yatıp çıkıyorson ama, pek de büyük mesele değil. Saygıdeğer büyükleri suçlarını macera olarak anlatıyordur onun yanında...
Birazcık düşünüp kendilerini sorgulasalardı belki dururlardı. Çok değil birkaç sene sonra geneleve gidebilirlerdi zaten. En fazla beş altı sene sonra herhangi bir kız onlara karı olarak verilirdi...
Oradaki kızları geçtim, anneler bile ayağa kalkmıyorlar. Oturup Seda Sayan'ı izliyorlar televizyonlarından, böreklerini pişiriyorlar kocalarının sevdiği şekilde. Onların bile vicdanı uyanmıyor.
RTE de çıkmış, hiç değilse sussaydı, bunlar haber yapılıyor diye kızıyor. Hiç değilse yalandan "çok üzüldük, çocuklarımızın fiziki ve ruhsal sağlığı için endişeliyiz, toplumu rehabilite etmek için sosyal görevliler göndereceğiz" diyebilirdi.
Tuna Kiremitçi de yazmış, Pucca'dan çok çok az izleyicisi olan blogunda bu konuyu, "Çocukların masallardaki gibi masum kalabilmesi için, doğdukları toplumun olgunlaşması şart" diye noktalamış Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın şiiri eşliğinde. Şiir içime apağır oturdu.