İnci Küpeli Kız, Süt Döken Kadın'a karşı


Çıtırın Mutfak Sorunsalı

Moda ve hafif yemek tarifleri yazan kadın diye bir kere daha anmıştım burada, Deniz Berdan'ı. Kadına kafayı takmışım gibi olacak ama bir meselem var. Bu modaperest kadın, bir blogunda gezdiği yerlerde yakaladığı renkli karelerde kolunu şöyle kaldırıp belini böyle büküp poz veriyor, bir "iki çocuk annesi" için taş sayılacak bir güzellikte endam eyliyor; diğer blogunda ise soğanlı baharatlı yemek tarifleri veriyor. Ama onun merdanesi mavi, turta tabanının üzerinde de cam boncuklar var.

Ben de vanilyalı tarçınlı kek pişirince kendimi bir tatlı, bir özel hissediyorum. Hem evimin kadınıyım, hem de hoşum gibi. Ama işte soğansız sarımsaksız olmayan zeytinyağlılarda aynı etkiyi yakalayamıyorum! Pırasanın soğansı kokusu evi sararken içimdeki feminenliği de öldürüyor.

Pırasanın üzerine kahveli dondurma ve şarap ikram ederek durumu kurtarmaya çalışıyorum.

Vermeer de inci küpeli kızın peşinde koşmuyor muydu! :(

Öğrenci şehri Groningen'de moda rüzgarı doğudan esiyor

Hollanda'da kuzeyinde kendisinden öte köy olmayan Groningen'de yaşıyoruz. Bu küçük şehri, pötürgemle benim de öğrencisi olduğumuz üniversite kalabalıklaştırıyor. Bu şehir insanları öğrenciye alışkın, içip de sokaklarda bağıra çağıra eğlenenlere kötü gözle bakmıyorlar. Barların olduğu caddeye geceleri şirin mi şirin, temsili tehdidinden yüksek atlı polisler gönderiyorlar arasıra. Yabancı öğrenci öyle çok ki, pazar esnafı dahi İngilizce konuşmaktan yüksünmüyor.

Pazar esnafı demişken... Kardeşim buradaki sarışın mavi gözlü, akça pakça pazarcıların "Sorry I can't speak Dutch" diye başlayan konuşmalarımıza, Avrupalı gururuyla olgun bir şekilde gülümseyerek "No problem, English is good.." diye cevap vermesine hasta olmuştu. Ben de Türkiye'den her gelen misafirimi pazara götürüp bu hoş deneyimi yaşatıyorum. Neyse, ben pazarcıları seviyorum. Onlar da bana boş değil. 

Üniversite de öğrencilerini seviyor. İşte bana yine bir mektup göndermişler bugün. Yabancı öğrenci olarak, İngilizce bir programda kayıtlı olduğum belli. Ama bana yine de Hollandaca bir şeyler yollamaktan çekinmiyorlar. Hacettepe de öyle yapardı diye hoş görüyorum, zaten bazen kibarlık edip mektupların arka sayfasına İngilizce versiyonunu da ekliyorlar. Mektup konusu, bir ödeme veya seminer duyurusu filan olabiliyor. Genelde en son satırda şu çıkıyor karşıma: "Seminer dili Hollandaca olacaktır." Öyleyse neden zahmet edip bana mektubu gönderiyorsunuz? Madem semineri ja*, goed** diye diye takip edecek şekilde Hollandaca öğrendiğimi varsayıyorsunuz, mektubu İngilizce'ye çevirmeye neden gerek duydunuz? Bu sorularım yanıtsız kalacak. Saftrikler sanırım biraz.

Bugün de bir katalog göndermişler. Google Translate yardımıyla ve yazanları kendimce İngilizce'ye benzetmeye çalışarak katalogun Öğretmenlik Yüksek Lisans program tanıtımı olduğunu anladım. Galiba burada böyle bir master yapanlar örtmen olabiliyor. 

Katalogda iki kızımızın resmi var. İkisi de sarışın değil. Bizim reklamlarda ise alnına dökülen lülelerin arasından iri su yeşili gözleriyle bakan altın saçlı insanlar daha şık durmaktadır. Bu yüzeysel analizden sonra, izninizle kızlarımızdan birinin resmini buraya ekleştirerek onu tepeden tırnağa incelemek ve bloguma moda blogu vasfı kazandırmak istiyorum.

Gördüğünüz gibi kızımız öyle doğal bir anda habersizce resmedilmiş havasında; ama duruşu hoş, boyu bosu yerinde (zaten kızlar tuvaletinde bunlar için asılan aynalarda ben sadece çenemden yukarısını görebiliyorum). Hollanda şehirlerinde rüzgar güçlü ve serin estiğinden şalsız fularsız gezilmez (ama bisikletin önüne oturtup yüzüne rüzgarı vere vere gezdirdiğimiz melek yavrumuza atkı matkı takmaya gerek yoktur, onun bağışıklığı güçlensin, biz şık olalım). Kate Moss'la dünyaya yayılan poşu desenleri  burada da gözde. Peşisıra ise klasik 'şal' desenleri tercih edilir; havanın puslu ve merhametsiz olduğu bu diyarda insanlar grilere, kahvelere, toprak renklerine sadıktırlar.

Bisiklet ve yağmur çamur demeden koşma alışkanlığı sayesinde bacaklar ince ve biçimli, o halde skinny jean'leri çekinmeden giyiyoruz! Converse burada da her daim güncelliğini koruyor, yalnız bir farkla. Burada strech paçalar Converse'in bilekleri üzerine indirilmiyor. Ayakkabının dili öne doğru sarkacak şekilde paçalarımız içeride kalıyor. Burada ne kızlar ne erkekler Converse hastası. Ankara İstanbul gibi her 10 gencin 7'si Converse giymez burada. Ama giyeni de kışa yağmura aldırmadan giyer!

Hollanda'da koyu renk saçlar ya da İskadinavya sarılarıyla fark yaratırsınız. Ortalama bir sarışınsa alelade kalmaya mahkumdur... Modern öğretmen kızımız da bunu biliyor.

Kırmızı oje burada öyle revaçta değil, ne de allık. Ama sarı saçlara inat siyah maskara ile belirgin göz makyajı, bu mavişlerin vazgeçilmezidir. Cesur olanlar takma kirpiklerle yapay duvar tırmanışına bile giderler. Kaş dizaynı bilmiyorlar, hala böyle yay yay yapıyorlar. Neyse ki fazla bir kaşları yok! (Konu mankeni bir istisna ya da güçlü bir kalemle çizmiş o yayları.)

Siz de kısa bir deri mont, bir tayt, bir şal ve çizme ya da Converse ile Hollandalı kız çizgisini yakalayabilirsiniz. Çetin hava şartlarına uymak için bu en rahat, en umursamaz tarzı yaratan kızlar, üstelik de tutumludurlar. Hesaplarını bilirler. Bir kışa bir çizme harcanır, şık ayakkabılar gündüz eskitilmez. Stilettolar, gece minilerin altına giymek içindir. O topukların üzerinde bohem bir Hollanda gecesinde, kışın bile çorapsız üşünmez. Sigara içmek için çıkılan bar önlerinde etrafa gülücükler saçılır. Burada kurulan sosyal bağlarla ev arkadaşları edinilir; kiradan da tasarruf edilir.

* evet, ** iyi (Ya ne olacağdı - bu kadar biliyorum.)

Yılmaz Özdil'in Yumruk yazısı, Gelişmemişlik

Ahmet Türk'e yumruk atılması üzerine, 14 Nisan'da Hürriyet gazetesinde Yılmaz Özdil'in bir köşe yazısı yayınlandı. Bu yazı ırkçı ve agresif bir yazı diye pek çok başka yazar tarafından eleştirildi, kınandı. Ben de Özdil'in yazısını bugün okudum, çünkü normalde Hürriyet okumaya zaman ayırmıyorum... Özdil'in düşüncesini kınayan yazarlarla katıldığımı vurgulayarak, o yazıda bir berbatlığın daha yer aldığını belirtmek istiyorum. Özdil atılan bu yumruk ile ilgili şunu diyor: 

"entel dantel barlarında kafası karışmış kızlara şirin görünmek için “esefle kınıyorum” da diyebiliriz."

Yani Özdil'e göre düşünenenler, yorumlayanlar, görüş bildirenler zaten erkek tarafı. Kızlar kadınlar başka alemlerle. Mesela barlarda. Entel dantel barlarda!  Kafaları hepten karışık. Ve de ayırmışlar ağızlarını, şirin erkek var mı diye bakınıyorlar.

Özdil'in düzeyi o kadar düşük ki bunu ortaya koymak yeter. Üstüne daha bir söz söylemeye gerek yok.

tavrım bir şeyi bulup coşmaktır*

* Turgut Uyar


Ekim ayından beri her gün kahvaltıda makarna yiyorum, pötürgemle birlikte ettiğimiz haftasonu kahvaltıları dışında. Nisan'ın ortasındayız, yani nerden baksam altı ay olmuş. Günde üçte bir paket makarna. Bununla birlikte haftada yarım kilo da salça bitiriyorum. Bilgisayarım bozulsa da klavyesinin altındakiler gün ışığına çıksa uzun uzun spagettiler dökülecek ortaya... Merak edene not: Ne makarnadan kilo aldım, ne de tek yönlü beslenmeden kilo verdim.

Makarnadan önce de yıllar yılı her gün ayçöreği, dondurma, keşkül, kazandibi, sufle ve cheese-cake alışkanlıklarım olmuş, geçip gitmişti.

Zuzu namlı sarı arkadaşım bana bir gün "edwood ama sen de her şeyi abartıyorsun!" demişti; ben ona kimi nasıl sevdiği, kimden nasıl nefret ettiğimi anlatırken. O anda hissetmiştim Zuzu'nun haklı olduğunu. Ama insan yine de kendini haklı çıkarmaya çalışır ya, ben gerçekten makarna yemediğim haftasonu sabahları Pazartesi'nin salça içinde gelişini hayal ediyorum hep. Oysa pötürgemin benimle iki günlük Brüj seyahati yapmaktan çekinmesine de böyle bakmamam lazım.

Bir de sevgili günlük, doğum günüm geliyor. Altı yıldan sonra ilk defa pötürgemle birlikte olacağız doğum günümde. Benim için doğum günü "kutlama" açısından hiç önemli değil de, her sene bir neredeydik nereye geldik hesaplaşması yapıyorum, duygu dolu anlar yaşıyorum. Otuz yaşına yaklaşmanın, yaşlanmanın sıkıntısı pek yok bende. Hatta bir an önce torunum olsun istiyorum! Çocuk mocuk neyse büyüsün, onun da çocuğu olsun, o da büyüsün, birkaç kısa birkaç uzun süreli ilişkisi olsun. Sonra ben koltukta popom artık yamyassı olmuş oturup kitabımı okurken evime gelsin, ben de ona ne yaptığını sorayım istiyorum. Arabalar hala uçmuyor mu, oysa 2000'lerde uçacak diye bekliyorduk biz diye zevzeklik yapmak istiyorum toruna.

2003: Pötürgeyle yeni çıkmaya başlamıştık, vize haftasıydı, pek sallamamıştık.
2004: Hiç hatırlamıyorum.
2005: İstanbul'da, hamiçkonun Acıbadem'deki evindeydim. Hamiçko ile ex'i bana küçük ama tatlı bir pasta almışlardı.
2006: İstanbul'da, hamiçkonun Kozyatağı'ndaki evindeydim. O gün hamiçko çok güzeldi. Şarap içmiş, uyuklamış, sonra Ünsal ve Tuba ile Bostancı'ya Koko Musti'ye gitmiştik. Bira & Kokoreç = Rakipsiz İkili
Sonra telefonda bana hediye olarak çeyizlik tencere takımı, tabak takımı ve çatal-bıçak seti aldığını söyleyen annemle kavga etmiştim. Hala anlamıyorum neden aldı onları o zaman, benden tamamen uzakta. Ama şimdi Ankara'ya pötürgemle evimizi kurmaya gittiğimizde o ciciler işimize yarayacak diye düşünüyorum. :)
2007: İstanbul'da bankanın konukevinde bedbaht ders çalışıyordum. Ertesi gün bankada mesleki sınavım vardı. Hamiçko öğlen yanıma uğramıştı, yemek yemiştik (Arabiata soslu makarna). :D
2008: Nisan Mayıs ayları gevşer gönül yayları! sloganıyla Nis-May doğumlu diğer arkadaşlarımızla ortak kutlama yapmıştık. Duydum ki unutmuşsun gözlerimin rengini'yi dinleyip ağlamıştık.
2009: Annemle ve tatlı kardeşimleydim. Pötürgem 2 hafta sonra Türkiye'ye gelecekti. :)
2010: Kanada'ya gidiyor olacağız, yani saat farkı avantajıyla bu sene doğum günüm 32 saat sürecek :)

Güzel şeyler düşünmeye çalışıyorum. Mesela Fatih Akın'ın Soul Kitchen'ını. Kemikkıran Kemal** adamın belini bi çekiyo, adam yürüyo.

** Uğur Yücel



Orhan Veli, ben ben ben! Seref Ozsoy ve Varolusculuk

Bugun ve saygideger Hollandali havadurumu web sitelerine gore bu hafta Groningen'de hava gunesli. Hollanda'da yagmur hassas konu oldugundan havadurumculari ayri bir uzman! (Inanmazsan bak) Bulut yogunlugu ne kadar, bulutlar ne kalinlikta nereye dogru gidiyor ve saat kacta ne kadar yagmur dusecek hepsi belli ve dogru. Oyle Turk televizyonlarinin havadurumlari gibi tutarsiz degil. Bu hafta yine bir arkadasim, akil kupum haminnem, buraya gelecegi icin havanin iyi olmasi ozellikle onemli, yoksa insanlari gezdirme ve bu cografyayi sevdirme cabalari nafile oluyor. Her ev sahibi gibi ben de kendi gosterdigimi sevdirme istegiyle yanip tutusuyorum. Hem hamickom bir gun muteahhit filan olursa, buradaki evler gibi ev yapmasini istiyorum - o yuzden guzel sunus onemli.

Icimdeki ses "inanma ceketim inanma" diyorduysa da sokaga ceketsiz ciktim. Bir parlak fikirliginin icine isedigi posta kutuma burnumu uzatip baktim - o cisi koklamazsam posta kutum hep bos kalir. Altin saclarinda Omercik gibi gunes parlayan kizlarin onunden gecip B'nin sevgili Der Himmel über Berlin filminde meleklerin gezindigi gibi kalabalik okul kutuphanesine geldim. Bahar gunlerinde iceriler disaridan serin oluyor, yanaklarimiza iyi geliyor.

Iste Orhan Veli boyle guzel bir gunde dogmus.

Siirlerini zayif ve ticari bulan edebiyat insanlari var (Radikal gazetesinin "bilim insanlari" deyisi gibi); ama naif, ilk defa bakan gozun sevecegi siirler yazmak tatli bir davranis degil midir? Hem yasasaydi bence Orhan Veli de sonra Ikinci Yenilerden olurdu. Cemal Sureya ile ahbaplik ederdi, Edip Cansever'le icerdi. Belki daha huzunlu bir insan olarak olurdu (ozlem'in o'su, uzum'un u'su- Turkcesiz klavyenin cilvesi).

Biri var, Seref Ozsoy. Kaniksadigim Biri, Orhan Veli isimli kitabi yazmisti, nitelikli bir de web sitesi yapmisti (yandan gecis). O.V. hakkinda her seye atladigimdan onun kitabini da bir cirpida yutmustum ve kitabi iyi ya da kotu degerlendirebilecek birikime sahiptim. Bence kitabi ipiyiydi! (Kiskan!) Sonra O.V.'ye dair esya vesaire koleksiyonunu sergiledigi café'sine gittim (Orhan Veli Evi diyor adina, Beyoglu'nda). (Kiskan!) Kapida 'dikkat kedi var' yaziyordu. Arkadas olduk, haberlestik de uzun zaman. Onunla gorustugum zamanlarda birayi limonlu iciyordum. Sonra ben kendimce trip yaptim, kestim gorusmeyi bu sakalli adamla. Telefonlarina bile cevap vermedim. Simdi birayi oldugu gibi ve likir likir iciyorum ve de anliyorum neden boyle ayip ettim. Birisi bir seyi cok sevdiginde bazen ondan daha cok sevmek istiyor insan. Ondan daha cok bilmek. Ondan daha hakim olmak. Sahiplenmek. Kiskancliktan cekememisim adami! Ama bence O. V. kitabi da Erol Guney kitabi da gayet iyiydi - selam olsun ona (sessizce selam, hala gorusmuyorum, hala kiskaniyorum).

(Konuyu ideolojiye baglamak) Bu zararli duygum, sorarim size, kapitalist sistemi besleyen duygulardan biri degilse nedir? Bu sebepten evime O.V. bustu bile koyarim. Kafam kadar kafa, durdugu yerden gelen gidene O.V.'yi en cok benim sevdigimi anlatsin diye. Kafa yapimcilari kazanir (mind-makers of capitalism).

(Kah sosyoloji kah psikoloji) Ayrica bu duygu beni yalnizliga, bireycilige iter. Kendime fazlasiyla takilip kalirim...

Moda ve hafif yemek tarifleri bloglari yazan bir hatun, bir lokantada baligin yanina menude olan risotto yerine roka salatasi istedigini soyluyor ve belirtiyor: "Ne de olsa secimlerimizle variz!" Sartre dile geliyor: "Ben öyle demedim ki.."

ZZZ-101 Uykuya Giriş

Günümüz insanında sıklıkla karşılaşılan bir sorun: Uykuya dalamamak. Bu sorun daha ilk gençlikte, uç durumlarda çocukluk döneminde insanların yakasına yapışıyor ve yaş ilerledikçe kemikleşerek bünyeye yerleşiyor. Kişi gece yarısından önce yatamaz, 02.00'den önce imkanı yok uyuyamaz oluyor. Bu illet bana hiç musallat olmadığından, ben belki de işkembeden atıyorum ama dinleyin; benim bir çözüm önerim var.

Yatağa pek tabi ki rahat kıyafetlerle veya çıplak girmeliyiz. Çıplak demişken burada hatırlatmakta fayda var; şimdi vereceğim tarif tek başına uygulanmalıdır. Kişi birisiyle birlikte yatıyorken bile karşı tarafın yöntem için yapabileceği bir şey yoktur. Yapacağı en iyi şey sessiz kalmak ve 'bi kıpramamaktır allahaşkına!'

Sonraki önemli husus, yatılan odanın uyku kalitesi gözetilerek düzenlenmesi. Televizyon, balkan müzikleri, elektronik ritmler insanı uyanık tutar. Tutmadığında ise (o zaman siz dersten zaten geçmişsiniz demektir) bilinçaltınızı kirletir. Sabah kafanızda bir gürültü ve uyumamışlık hissiyle uyanırsınız. Bunları illa ki istiyorsunuz, sesi çok kısık kullanın. Işık da uyku için olumsuz bir uyarıcıdır. Karanlıkta uyuyun, bundan korkuyorsanız gözünüze gözünüze girmeyen ışık kaynakları kullanın. Gece lambasını masadan indirip yere koymak, ışığa sırtınızı dönmek iyi olabilir.

Yattınız, üzerinizi örttünüz; örtünün şefkatli dokunuşu da uyumaya yardımcıdır. Kendinize rahat bir pozisyon seçin. Yüzüstü yatmayı pek tavsiye etmiyorum ama çok yorgun kişileri ancak o pozisyon paklamaktadır. Benim tercihim sırtüstü yatıp, biraz yana döner gibi yapıp yanlarımı rahatlattıktan sonra yine sırtüstü dönüp o vaziyeti korumaktır - Uyuyan Güzel de öyle uyumuyor mu? Pozisyonu korumak. Yani çok dönmeyin, fazla kıpırdamayın demek istiyorum. Hatta şunu yapmanızı istiyorum: Çok yorgun ve uygulu olduğunuzu, kıpırdamaya bile dermanınızın olmadığını farz edin. Sakince aynı pozisyonda yatın. Çok rahatsız olursanız usulca dönün. Zıplamadan, yastığı yorganı iteklemeden. Yatakla barış içinde, yatağı severek. Minimum enerjiyle hareket edin (zaten takatsiz olduğunuzu farz etmenizi istemiştim).

Geldik en önemli adıma: Hiçbir şey düşünmeyin. Bunu söylediğim arkadaşlarım "O nasıl olacak?! Mümkün değil ki! Peh!.." diye ünlüyorlar ekseriyetle. Ama ben de insanım ve bunu yapabiliyorum. Bu yöntemi, çocukluğundan itibaren uykusuzluk çeken kardeşime de (zorla) öğrettim. Şimdi o da kompetanı oldu, demek ki mümkün. Hatta geçen günlerde B. arkadaşım da bir gece yapabilmiş bunu. Bunu bir umut olarak alıyor, ama 'einmal ist keinmal' diyerek yöntemi aktarmaya, adım adım açıklamaya çalışıyorum.

Hani bir iş yapmaya çalışırken acıkırsınız, susarsınız da kendinize "Dur şimdi, makarna düşünmeyim. Şu işi halledeyim, makarna sonra." dersiniz ya. Onun gibi. Yani kafanıza gelen düşünceleri erteleyin, öteleyin. "Sonra düşüneyim bunu" deyin. Kafanızda kimseye bir şey anlatmayın, kendinize bile. Hiçbir şey planlamayın, hesaplamayın ("Kaç tane içtim bugün? 4.. 5..." gibi). Kendinize veya hayalinizdeki kişilere sorular sormayın, farkında olmadan sorduysanız cevap aramayın. Şimdi uyuma zamanı deyin kendinize, ama bunu bile için için, zihninizde sözcükler oluşturmadan yapın. Kafanızın içinde mutlak bir sessizlik ve renksizlik oluşması gerekiyor, zira ona ulaşınca en fazla üç beş dakika içinde uyuyakalacaksınız.

Hani düşünebilmek için insanın dili olması gerekmezmiş ya. Her ne kadar öyle olsa da, biz az çok konuşur gibi düşünmeye, bir şeyleri gözümüzün önünde canlandırarak düşünmeye alışığız. Özellikle gece uyutmayan düşünceler otomatik ve dil'siz düşüncelerden ziyade sözel, konuşur gibi veya renkli anılar gibi düşüncelerdir. İşte bunları durdurmanızı söylüyorum. Yoksa beyninizi durduramayacağınızı, sebze gibi olamayacağınızı ben de biliyorum. Sözel, konuşma gibi, canlı anılar gibi düşünceler nasıl durdurulur? Nasıl aklınıza sevmediğiniz bir şarkı takıldığında ve kendinizi onu için için söylerken bulduğunuzda içinizi susturur, o şarkıyı düşünmemeye çalışırsınız öyle. Kafanızın içindeki düşünceleri susturun. Gözünüzün önünde günün anıları veya yarın yapılacaklar mı canlanıyor? Karanlığa baktığınızı, zihin gözlerinizin önünde hiçbir şey olmadığını hayal edin. Biraz da bunu hayal edin canım, ne zararı olacak?.. Gelen her canlı imgeyi, uzay boşluğunda yok eder gibi kaybedin. Sessiz karanlığa bakmaya devam edin. Bu öyle uzun sürmeyecek korkmayın. Uyuyakalacaksınız. Gece her uyanışınızda bunu tekrarlayın, her seferinde yine uyuyacaksınız. Bırakın düşüncelerinizi, sabah düşünürsünüz. Günler bunu için var, geceler uyumak için. Ha gündüz de mi uyumak istiyorsunuz? Yöntem belli.



Özet: Uykunun üç farzı (Bu üçünü farz edin demek istiyorum)

i. Enerjisizlik: Çok yorgunsunuz, kıpırdamaya takatiniz yok. Uslu uslu yatın.
ii. Sessizlik: Hiçbir şey düşünmüyorsunuz. Kafanızda cümleler, sözcükler oluşmasına izin vermeyin*.
iii. Karanlık: Hiçbir şey hayal etmeyin. Kafanızda resimler, görüntüler oluşmasına izin vermeyin*.

* İzin vermeyeceğim diye debelenmeyin. Nasıl ağlayan arkadaşınıza "hadi onu düşünme, gel şunu yapalım" diyorsunuz. Onun gibi, hadi onu değil şunu yapayım diye usulca yaklaşın uykuya.

Afiyet olsun.

Resim: Sir Edward Burne-Jones

Biyolojik Saat

Alternatif Başlık: Ayva çiçek açtı, yaz mı gelecek?

Neden bilmem, son birkaç yıldır hangi aydaydık biz diye düşününce hep Mart, hangi mevsimdeydik deyince de -sonuç olarak- hep kış sonundayız zannediyorum. Sonra hatırlıyorum. Dün reel olarak bitirdiğimiz Mart ayı boyunca kafam rahattı.

Bugün Nisan'ın ilk günü. Sabahtan beri Haziran'ın ilk günü sanıyorum. "23 Mart mı? Ohoo, epey olmuş.." Haçen?!

14 Nisan edit: 1 Mayıs'ta Taksim'de gösteri yapılabilmesi tartışılıyor. Yaw ona daha çok yok mu, taaa gelecek sene. Evet, Haziran hissi hala sabit.

Kapıcılar Kraliçesi

Eskiden bir kapıcımız vardı. Birkaç çocuk üstüne, otuzbeşini geçince, bir de ekmekle pilava talim ede ede şişmanlamıştı sanki... Çöpleri almaya yassı Türk kadını poposunu mecburiyetten saran pantolonlarıyla gelirdi. O pantolonlarla eğilmek zor olduğundan, apartman merdivenlerini de bezi şöyle yüzeysel gelişigüzel süre süre silerdi. Bunlar benim için problem değildi de ben o hiç konuşmasın isterdim. Kısık, çekingen bir sesle ama yayvan yayvan söylediği şeyleri anlayamıyordum çünkü: "Mrr.. Hmm.. Egmeg istiyonuz mı?.." Delikten bakıyordum, zili çalan oysa açmıyordum kapıyı.

Şimdi onu öp başına koy. Bak iki battal torba dolusu çöpüm birikti evde. Yağmur durmuyor ki çıkarıp atayım.

Amerikan gençlerine de buradan selam olsun. Evet, çöp çıkarmak zor işmiş. Kaçabiliyorsan kaç.