Home-Office çalışıyorum

2000'li yılların insanlarında (daha az genelleyim hadi, şehirde yaşayan Türklerinde) ortak bir duygu: Kafe açma isteği. Fazla büyük olmasına, çok kazandırmasına gerek yok. Kendini çıkarsın, beni çıkarsın yeter. Güzel, yumuşak müziklerimi çalayım orada. Canlı müzik için eşim dostum ve sadık müşterilerim gelip gitsinler, bir köşeye kurulup çalsınlar müziklerini (unplugged). Resimler asayım orasına burasına. Herhangi birinin çiziverdiği resimler, 'vintage' resimler, afişler, gazeteden dergiden kesilmiş fotoğraflar, bana çocukluğumu, gençliğimi hatırlatan insanların resimleri. İşte ben de bunu asarım mesela (Sol baştaki Orhan Veli).

Ortada bir kedi dolaşsın, çıksın müşterilerin sandalyesine otursun. İçki de ikram edeyim dostlarıma (müşterilerimle dost oluyormuşum genelde), kimi kendi özel karışımlarımız olan. Güzel şaraplarımız olsun zulada, kışın da şifalı bitki çayları. Mönüde tarçınlı kurabiyeler, rengarenk salatalar, deneysel tostlar, şifalı çorbalar veya basit ama yeri doldurulmaz makarnalar olsun. Klişelerden uzak, şöyle naif bir ismi olsun. Basit gibi ama anlamlı. Sevdiğim sokaklardan birinde olsun. Evim gibi olsun. Oturup sıcak bir köşesinde kitap okuyabileyim. Okumaya yazmaya gelen müşterilerim olsun... Ben de kimbilir nasıl açılırım orada. O saadetle verimli mi verimli olurum...

Evet, benim de hayalim. Pötürgem ise Ankara'ya Hollanda barı açmak istiyor. Onu da destekliyorum!

Kafe / bar açamayacağını içten içe bilenler (illa da açamazlar demiyorum!), home-office çalışmak istiyor. Yani yine sıkıcı da olsa bir iş yapayım ama hiç değilse evimde, yumuşak kıyafetlerin içinde (pijama-tişört), laptop kucakta, ayaklar pabuçsuz, ayakparmakları özgür. Gelsin keyfime göre kupa kupa çay kahve, fonda da bir müdürün veya kıskanç / dedikoducu bir iş arkadaşının yerine evin bildik sesleri: eş, çocuk, TV, hayvanat, arkadaş muhabbeti hatta...Bunu da istedim yıllar yılı banka köşelerinde çalışırken. 

...ve oldu. Home-office çalışıyorum dün itibariyle. Sabahtan beri içtiğim çayın çorbanın haddi hesabı yok. Kendi Türk kahvesimden falıma bile bakmışım. Oturduğum yerden ekmek getiriyorum evime. Bu lükse de erdim ya, gam yemem artık.

Bir dilbilim doktora öğrencisinin işlerine asistanlık yapıyorum. Her kesimden kişilerle yapılmış görüşmeleri yazıya geçiriyorum. İnsanların hikayeleri çeşit çeşit. Bir kadın "göz zinası" olur diye televizyon izlemiyor. Bir adam var, çiftçi. Türkiye'de devlet çiftçilere arazi büyüklüklerine göre yardım ödeneği veriyormuş, ama sulamasına gübrelemesine yardım etmiyormuş. Adam da bu paranın çiftçileri tembelleştirdiğini düşünüyormuş. Bugün bunları öğrendim.

Çalışırken pinekliyorum da ama bu home-office'çinin hakkıdır! Deniz Berdan kendini iyice bloga verdi. Kızıyla oğlunu da oyalıyor epey. Gelişmelerini izliyoruz. :)

Geç kalmış bir teşekkür...

Haftalardır düşünüyorum, sonunda buldum. Bizleri koruyan birisi varmış. Biz onun (uğradığı tecavüzleri burada saymıyorum, çok fena...) dayaktan ağzının burnuna karıştığını gördük. Akmış makyajından, dünyanın dört bir yönüne doğru ve arap saçına taş çıkartacak kadar karışık kıvırcık saçlarından ve nihayet yılıp sırasıyla hamama, camiye gidip başını yeşil örtüyle bağlayarak o saçlarını zapt-ü rapt altına aldığı halinden korktuk. Ya biz de böyle "mal bul bana" diye pislik adamlara yalvarmak zorunda kalırsak dedik, dersimizi aldık. Bu resimdeki yine iyi hali. Böyle kalsa o etkiyi yaratamazdı, ama o kendini yerden yere vurarak Türk toplumuna karşı görevini yaptı. 


Ben kendime sordum, nasıl böyle uslu aile kızı oldum diye. 
Cevabı yine o pislik adamların annesini defalarca kandırmasına rağmen duruşunu bozmadan sadece biraz ajite ajite bakan Küçük Emrah değil. 
İlkokul çocuklarına satılan çıkartmaların arkasına bağımlılık yapıcı maddeler ekleyerek el kadar bebeleri müptela edenlerin haberlerini göstererek paranoyalara salan Uğur Dündar da değil. Ben o zannediyordum. O yüzden her şeyden şüpheleniyordum. İçtiğim sudan ağzımda garip bir tat kalsa, 'kesin haroyin var bunun içinde' diyordum. Bir dişçi, dolgu yapacağı dişimi oymadan önce diş etime yaptığı minik sinsi bir iğneyle uyuşturucu vermişti bana. O gece titreye titreye yattığım yerde yoksunluk krizleri geçirdiğimi sandım. Vallahi komiklik olsun diye yazmıyorum şimdi, aslında üşüyordum muhtemelen. Ama o da değilmiş beni doğru yoldan ayırmayan kudret.  


Perişan olan kadın Ahu Tuğba'ymış. Türlü hafif ve ağır uyuşturucuların isminden bile korktum. Süt gibi aile çocuğu oldum. Çok teşekkürler Ahu Tuğba. Var ol.