Turistlik en güzel meslek (1-Kanada'ya gitmek)

Kanada-Calgary’ye gitmek için Amsterdam’dan veya Brüksel’den yola çıkma alternatiflerimiz vardı, biz daha ucuz olan Brüksel çıkışını seçtik ama sonuçta aldığımız saçmasapan koskomik bir bilet çıktı: Antwerp’ten Amsterdam’a tren, sonra Amsterdam’dan uçuş! Evet, KLM yolun birazında bizi trenle gönderiyor, sonra Amsterdam’da uçağa bindiriyor ama bunu Amsterdam kalkışlı aynı uçuştan daha ucuza satıyor. Üstelik uçak check-in işlemi sadece Belçika'daki tren istasyonlarında yapılıyor... Gözümüzle görene kadar inanmadık ama bu vesileyle 27 Nisan 2010 Pazartesi yollara düşüp Belçika’ya giderek seyahatimize başladık.

Ghent
Ghent, Belçika’nın eski ve güzel bir şehri. İstanbul’u, Ankara’yı ve diğer başkentleri gördükten sonra Avrupa şehirleri bana genelde küçük görünüyor, ama Ghent nüfusu ve caddeleriyle diğerleri içinde büyük sayılırmış. Orada çalışan ve arabasız adım atmayacağını söyleyen tatlı Özlem, Hollanda’nın olağan geciken treni NS ile gecikerek gelen bizleri istasyonda karşıladı. Hep taş döşenmiş ve hep tek yön olan sokaklarda döne döne biraz gezinerek bir Türk restorantına gittik. Pötürgem ile ben, gittiğimiz yerlerde Türk restoranı aramayız pek; çünkü ete kebaba düşkünlüğümüz yok. Ama Avrupa’da yaşayan çoğu ahbabımız yeni gittikleri yerlerde bile hemen en iyi Türk yemeğini ararlar. Ama Ghent’teki Özlem’in Ömer Ustası, Berlin’de Kreuzberg’deki Hisar Ocakbaşı’na basar. Hayatımda ilk defa sarımsağın varlığından rahatsız olmadan yoğurtlu kebap yedim. En son ekmekçiklerine varana kadar yedim. Nitekim şimdi tatil resimlerine bakınca kendimi tombiş görüyorum. Hıfk.

Sonra Özlem’in deyimiyle ‘kordon boyunda’ yürüdük biraz. Ghent’teki kanalın/nehrin yan taraflarından hemen cadde geçmiyor, insanların gezinmesi için kaldırım gibi, kordon gibi hat yapılmış. Ghent okullarının çok uluslu gençliği de bu kordona yayılmış, oturmuşlar yerlerde keyiflerine bakıyorlar. Çok özendim çok... Bizim oralarda bi adam çıkar içki içiliyor diye bıybıylanır, birisi aşna fişne var diye kıllanır. En son belediye orayı kapatır, çay bahçesi yapar... Sonra bir oda kadar barda onlarca çeşir jenefer sunan bir bara jenever içmeye gittik. Jenever bir çeşit likör (cin), Hollanda’da Belçika’da yaygın. Bu barda envai çeşit aromalı jenever’lardan seçip shot bardaklarında shot’lamadan usul usul içiyorsunuz. Alkol oranı %15’ten başlayıp 40’lara doğru gidiyor, siz de o arada mandalinalı mı içsem muzlu mu, yoksa fındıklı mı kestaneli mi diye başkasının bardağına göz dikiyorsunuz. Üçer tane içtik döndüre döndüre, Özlemimiz çalışan bayan, hafta içi onu çok hırpalamayalım dedik. Damağımızda kalan tatlı lezzetle eve gidip uyuduk. Çok teşekkürler Özlem, bir de kruvasanlar almışsın tostlar yapmışsın bize sabah sabah.

Antwerp
Sabah erkenden Antwerp’e vardık, Ghent’ten daha büyük daha çok bilinen bir şehir. Dev sırt çantalarımızı istasyonda emanet dolaplarına klitledikten sonra şehri bir görelim dedik. Pötürgem daha önce görmüş ama pek hatırlamıyor; benim doğum günüm olmuş, hava güneşli. Antwerp tren istasyonun bir yanından capcanlı şehir başlıyor, bir yanında ise hayvanat bahçesi var. Hayvanatı çok severim ama biz şehre doğru yürüdük. Caddelerden, ara sokaklardan geçtik. Belçika biraz Hollanda’ya benziyor, yani alıştığımız küçük tuğla binalar, aynı garip dilin yumuşak aksanını konuşan ve hiç de Hollanda’daki kadar sarı veya uzun olmayan insanlar. Ama AB başkenti Brüksel de dahil olmak üzere Belçika, orijinal tarihi mimarisini korumakta çok ısrarlı değil. Aynalı plazaları veya büyük beton binaları dikmekten çekinmiyor. Dantelli gömleklerin, fistolu eteklerin olduğu bir vitrinde ben aaaa harikaaaa diye coşunca, Pötürgem hadi bakalım dedi ve yine bir Mango olduğunu anladığımız mağazaya girdik. Doğum günü güzel bir şey, bana fırfır kollu bir bluz aldık. Ankara’da da olabilecek sıradan görünümlü bir caddeden yürüyorduk ki şehrin güzel meydanına vardık. Brükseldeki gibi Antwerp’te de şehir meydanının ismi Büyük Pazar anlamına gelen Grote Markt, ve bu meydan da yine geniş, ferah, şirin. Meydanı çevreleyen tarihi binaların cepheleri hep özel, ışıltılı, heykelli, süslemeli (resme bak). Altlarında kafeler, ortada kocaman bir heykel, kadınlı erkekli. Meydanın eski yuvarlak taşlarına ince ince su fışkırtıyor. Gözümün önüne bizim Ankara’nın pis havuzlarında suyla oynayan çocuklar geldi; yaz olsa bu duş gibi akan fıskiyeye dayanamaz, ben de girerdim suyun altına!
Trenimize binip Amsterdam’a giderken kardeşim M.’den gelen mesajı okudum, Antwerp meydanı Brüksel’inki gibi güzel mi? Brüksel’de nefesim kesilmişti diyordu... Gerçekten 2007’de Brüksel’de dönmüş dolaşmış Grote Markt’a atmıştık kendimizi. Kaldırım kenarına oturmuş gelen geçeni seyrederken, taze delikanlıların önümüzde taşlara uzanarak bira içmelerine bakarken ulu orta ot sarmalarına şahit olmuş, inanamamıştık. M. oğlanlardan biriyle laflamıştı biraz. Üzerinde 2 grama kadat ot bulundurmak serbestmiş ama öyle polisin gözüne soka soka içmeyecekmişsin, başka bir mahsuru yokmuş.

Schiphol'den yolculuk
Uçak check-in işlemimiz tren istasyonunda yapıldığından ve Schiphol havaalanında bize koltuk seçme imkanı verilmediğinden hayıflanıp duruyorduk. 8-9 saatlik yol boyunca, ilk defa okyanus aşırı aşacakken, camdan dışarı bakamadan kimbilir hangi iki tombiş teyzenin, homurtulu amcanın arasında oturacaktık. Ama gül annem bana hep şanslı olduğumu söyler. Gerçekten de 30 G ve H numaralı koltukların çıkış kapısı yanı pencere kenarı, geniş bacak uzatma imkanlı ve iki kişiye özel olduğunu görünce havada bir takla attık. Minik ekranlarımızdan Pötürgemle aynı anda başlattığımız filmleri izleyerekten, parıl parıl bulutlar gözümüzü kamaştırmadığında camdan aşağı bakaraktan ve sıkıntıdan her ikram edileni hapur hupur yiyerekten yolumuzu gittik (Cem Yılmaz “uçuyoruz” / “uçtuk” sözleriyle dalga geçtiğinden beri söyleyemiyorum o sözcükleri). Grönland üzerinden geçerken karlı dağları, denizdeki buz kütlelerini gördük. Anne ben iceberg gördüm.

Calgary
Saatlerimizi 8 saat geriye aldık. Beyaz kovboy şapkalı, kırmızı asker ceketli, buruşuk yüzlerine akça pakça bir gülümseme ve kemiklerinde yılların ağrılarıyla yaşlı insanlar, havalimanında elektrikli arabalarla yavaş yavaş dolaşaralk, çantalı yolcuları ve diğer yaşlıları taşıyorlardı. İlk defa Calgary havalimanı marketindeki kız sordu bana “How is it goin’?” diye. Hönk dedim, ona ne ki? Gelir gelmez havalimanındaki ilk izlenimlerimiz mi merak ediliyor? “Err, fine. So far so good. What about you?” Sonradan öğrenecektim, Kanadalıların 'selam' / 'hi!' demek yerine 'nasılsın' dediğini, cevabını pek de önemsemeden... Otobüse binip Banff milli parkına doğru yola çıktık. İlk gördüklerimiz: Kar, pus, yağışla ıslak ve gepgeniş otobanlar, büsbüyük arabalar... 

--- devamı sonra...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder