Turistlik en güzel meslek (2-Kanada/Banff günleri)

(Yazının ilk bölümü burada)
Kanada'ya gidip geleli çok oldu ama ben oradaki anılarımızı ve izlenimlerimizi yazamadım bir türlü. Zira uzun tatilimiz bittiğinden beri, evimize misafir olan arkadaşlarımla gezip tozduğum veyahut da bütün gün uyuklayıp, bilgisayar karşısında aylaklık ettiğim veya ineklere koyunlara bakmaya gittiğim günler dışında hep hep hep ders çalıştım.

Hollanda'nın çiftlik ortamı bendeki kırsal aşkı ortaya çıkardı. İstiyorum ki her fırsatta bisiklete atlayıp çiftliklerin oraya gideyim. Gür çimenlerde otlayan koyunlara mandalara bakayım.Ah Nihat Doğan, seni şimdi anlıyorum (katarsis videosu işte burada).


Asıl buranın koyunu bir başka! Kısa bacaklı küçük kafalı, toptombiş. Bizim koyunların göbeği aşağı doğru boş boş sarkarken, gavurun koyunu yanlamasına şişmiş. Ben oyyy yerim seni tombilim nidalarıyla karşılarında saadete dalıyorum, kimisi ne yana dönse bulacağı gür çimenleri kırt kırt yiyor yorulmadan; kimisi de bana cevap veriyor gavur gavur "beeee!."
Hele mandalar, hele mandalar, her bir tüylerinde ayrı telaş! Bak şuna.
Groningen'in kahküllüsü.
Perçemine kurban, belki manda değil camıştır Türkçesi, belki yoktur. Aslen scottish water buffalo diyolaa. Hastasıyım. Dur koyunlara da sokulayım ilk fırsatta bir close-up da onlardan alayım.

Kanada diyorduk. Nisan sonunda Hollanda'ya kırk yılda bir gelmiş baharı bırakıp Kanada/Calgary'ye indiğimizde hava puslu mu puslu ve bizim gibi ılıman iklim kuşağı insanına inanması zor ama karlıydı.

Banff Milli Parkı
Banff'ta Irwin's Moountain Inn otelinde konakladık. Amerika kıtasının ilginç musluk sistemi ile ilk karşılaşmam orada oldu. Musluğu açmak için epey uğraştım. Çeviriyorum, bastırıyorum, fotosellidir diye altında çırpınıyor ellerim ama nafile. Musluk, asılıp kendine doğru çekince açılıyormuş. Alışmamış dötte don durmuyor, ölçülü açmayı öğrenene kadar hep ıslattım üstümü başımı... Ama hayatımda bir uzay mekiği (mekik diye ultra teknoloji şeyi olur mu, mekik değin pasta filan değil mi?!) ortamında da banyo yapmak nasipmiş. Küvet ve dahilindeki su sistemi, yerden tavana kadar bir kapsül şeklinde tek parça plastik. Hele o klozet. Sanki boku ayrıştıracak, "al bu temiz su geri kullanabilirsin" diyecek. İtiraf ediyorum, o banyo-tuvaletin benim self-esteem duygularıma olumlu tesiri olmuştur.

Pötürgem, ben ve Hollandalı kardeşimiz Rmc aynı odayı paylaştık. Jet-lag kafasıyla azıcık uyuyabildik. Hollanda'nın öğlenine denk gelen bir saatte, daha hava tam aydınlanmamışken uyandık hep birlikte (Hollandalı kesin bizden önce uyanmıştır ama pısıp yatmıştır hehe). Uçakta sıkıntıdan her verileni yemiştik, hala aç değildik ama uzun yürüyüşler ve tepe tırmanışları planladığımızdan otelin restorantında kahvaltı ettik. İlkin gördüğüm her şeyi Kanada'ya özgü sanıyordum ama sonra ABD/Seattle'a gidince orada da çok paralel şeyler gördüm. Kendimce kanaat ettim ki bunlar Kuzey Amerika yaşantısına özgüdür. Latin'ini bilemem. Velhasılı kelam, kahvaltı menüsünde ya mevsim meyveleri & müsli, ya da en az iki yumurta ile yapılmış omletli sarmalı şişkin şeyler. Güzel ve yalnız ülkemiz dışında insanların kahvaltıda zeytine aşina olmamasına aşinaydım ama peynirsiz kahvaltı da olur mu yaw! Al sen üç yumurtanın ikisini. Bana kibrit kutusu kadar peynir ver, insan olana bir yumurta yeter dedim ama dinletemedim. En domatesli biberli opsiyon (menemen çağrışımlı) breakfast burrito ile bir kaç gün oyalanabildim, ama sonunda yumurta canıma tak etti, müsliye sardım. İşte o gün bugündür, pötürgemle hafta içi kahvaltılarında süt-müsli-meyve yiyoruz. Meyve kısmı için muz-kavun ikilisi favorim.
Üstelik de hanımlar, muz sabahleyin soğuk süt ile birlikte tüketilince peklik yapmıyor! :D

Kahvaltıdan sonra, sistemli bilinçli turistler olarak haydi turizm ofisine gidip en şahane eğlenceler neymiş danışalım, boy boy haritalar alalım dedik. Ama vakit o kadar erkendi ki kocaaa Banff Avennue'deki tüm dükkanlar ve Tourist Information Center kapalıydı. Biz de üç cevval genç, usul usul yürüyelim diyerek kendimizi yola bıraktık.

Caddede, bir dükkanın vitrin camında "If it's yellow, let it mellow. If it's brown, flush it down!" yazdığını gördüm. Yani biraz iğrenç ama diyor ki "Sarıysa bırak dursun, kahverengiyse çek sifonu." Oh my god, çiş kokusu ama su tasarrufu...

Hediyelik-hatıralık (souvenir) dükkanlarında, geyik kafaları, ayı bibloları, dikkat ayı çıkabilr tabelaları, renkli yünlerden örülmüş kocaman bereler, hırkalar ve önünde tüylü harflerle yazılar olan kalın sweat-shirt'ler vardı. Robin Scherbatsky'yi düşündüm durdum... Caddelerden biraz resim:
Karlı dağların eteğinde küçük bir Kasaba. Binalar mimari olarak pek şirin değil. Caddeler geniş. Arabalar büyük. Göğün soğuk maviliği çok güzel...

Elele tutuşup sıra halinde yürüyen minik öğrenciler. Cadde geçerken öğretmenleri "hands up guys!" diyor. Hepsi kollarını havaya kaldırıp (daha bir görünür olmak için herhalde) öyle geçiyorlar. Bir kısmı Çinli.
Yoldaki tüm turistik uyarı levhalarını okuyup gide gide, ılıca havuzuna (hot springs) ve dağa çıkmak için binilebilecek teleferiklerin istasyonuna vardık. Hemen oraya, o dağın kurdun kuşun ortasına yapılmış büyük Starbucks'ta, Starbucks tabelasının bile resmin çeken Japonlar gördük. Japon kafası bambaşka.

Bizim ekipte kimler var: Ben (alelade insan, yürümeyi sever, kocasının yanında kaya tırmanışı/spor tırmanış da yapıyor ama kendi başınayken hiç yapmadı, ama yürümeyi vallahi çok sever, çok da yürür, hele doğada), Pötürge (dağcı, spor tırmanışçı, basket de oynar, spor salonuna da gider, denize girince 1000 kulaç gidip geri gelir, içindeki spor aşkı bambaşka) ve uçan hollandalı Rmc (koşuyor, buz pateni, bisiklet de cabası - Hollandalı alınca pakette bunlar otomatik geliyor - bizimle o da spor tırmanışa sardı). Biz teleferiğe biner miyiz, hayır. Kar hafif hafif yağıyordu ama Kanada'da kış, Rocky Mountains üzerinde yeterince kar biriktirmişti. O sıcak su havuzlarının oradan başlayan Sulphur Mountain dağına böylece girdik. Otelden haydi bir turist danışma merkezine uğrayalım diye çıkmışken tek yönde 5.5 km uzunluktaki patikaya dalıp 655 metre tırmanmalı, 2451 m yükseklikteki ilk zirvemizi 'öylesine' yaptık. Zirveden inerken çocuklar gibi koşmaya bıraktık kendimizi patikadan aşağıya. Dizim incindi hehehe. Dağdan resimler:
Ben, kot ile tırmanıyorum. Terlemişim, montu atmışım, üstümde bir polar hırka.

Başka bir zirveden vadiye bakış. Çam ağaçları, eriyen kar suları. Bu kadar çamı bir arada ömrümce görmemiştim. Kanada milli parklarında kendimi hayvan gibi hissettim. Orman hayvanı. İnanılmaz güzeldi.

Ağrıyan dize rağmen sonraki günlerde de günlük 20 km yürüyüşten geri kalmadık. Güneşin açtığı ikinci ve üçüncü günümüzde diğer zirveler ve daha az tırmanışlı yürüyüş rotalarında gezindik durduk. İnsan o kadar yürümeye biraz zayıflamayı umuyor ama akşama kendimizi kocaman biralara vurunca bilakis kara geçiyoruz (kalori bakımından). İsimlerini hatırlayamadığım lokal üretimler haricinde benim favorim Molson oldu. Hollandalılar (üçüncü günümüzde iki sarı kardeş daha bize katıldı) ve pötürgem ise Kokanee'yi sevdiler.
Akşam yemeği için Café de Paris, Pasta Factory ve Wild Bill'in yerine gittik. Café de Paris sunumundaki jantiliğe kıyasla ekonomikti. Yemekleri (et ve balık denedik) ve çorbası gayet lezzetliydi. Ama garson şarap ikram ederken beyaz bir örtü ile böyle havalara giriyor, bizim üzerimizdeyse polar hırkalar filan... Pasta Factory'de aşkım makarnanın bin türlüsü ve özel üretim nefis biralar... Lakin orta yaşlı garson, bahşişimizi beğenmeyip bize laf soktu. Efendim Kanada'da (ve ABD'de) bahşiş faturaya eklenmiyor, tamam. Ne yediyseniz ödeyeceğiniz kredi kartı slipine yemek bedelini yazıyorlar, altına bir boşluk bırakıyorlar. Siz oraya gönlünüzden geçen bahşiş miktarını yazıyorsunuz. Bunun altında bir boşluk alan daha var, oraya da toplamı yazıyor, sonra imza atıyorsunuz. Hasbinallah. Slipin altına not düşmüşler, "Kanada'da bahşiş geleneği en az %15'tir." Biz de ne yediysek %15'ini hesapladık, ama çarpmak toplamak zor geldiğinden nihai toplam yuvarlak bir rakam edecek şekilde bir şeyler yazdık. Bu sırada bahşişimiz %15'ten bir kaç cent aşağıda kalmış. Garson lafını sakınmadı, "normalde bundan daha yüksek verilir" dedi. Günümüzü gösterdi biz cimrilere... Wil Bill'de mini etekli kızlar servis yapıyordu. Kanada garsonları dekolteden miniden yana epey cömert. Hatta safdil arkadaşımız Rmc "porno starları gibi giyiyorlar" dedi garibim. Gerçi yavrım bunu Banff'ta değil Vancouver'da, dekoltenin artık ağzımıza girmek üzere olduğu yerde söyledi.
Menüde "elk" yani geyik etinden hamburger vardı. Kanada'da malum geyik çok. O kadar ki, milli parklarda her an geyikle karşılaşabilirsiniz. Biz şu Irwin otelde kahvaltı ederken camdan bir geyiğin geldiğini gördük. Caddeden pıt pıt pıt yürüyüp geldi, bir binanın arkasına doğru gitti. Sonra bir geyik daha geldi, o da öncekinin girdiği binanın yanındaki binanın arkasına yürüdü. Arkada birbirlerini görmüş olmalılar ki önde buluştular. İlk geyik, ikincisine kolunu kaldırıp yandan vurdu. "Napıyosun oğlum, orası mı senin ev! Çok içmişsin sabah evinin yolunu bulamıyosun!" der gibi. Bu tavuk suyuna çorba, şifalı sahneyi gören ben Wild Bill'de elk-burger yer miyim, hayır. Buffalo-burger yedim (vah bana! ya yukarıdaki kahküllü gibiyse..), hiç bir özelliği olmayan sası bir et. Daha da yemem. Bence Avustralyalılar da kanguru yemesin lütfen.

Milli parklarda gezinip de sincap, kurt, geyik görmemek olmaz. Hatta ayı da gördük ama o sonraki postaların konusu.

Dağ yollarında geyikler...

Minik elleriyle tutmuş, rızkını yiyor.
Lake Louise, Jasper Milli Parkı ve diğer Kanada hatıralarımı daha sonra yazacağım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder