Sezen Aksu Adı Menekşe'yi yedi defa söyledi, ben düşünmeye çalıştım.

Bugün Hollanda'ya geldim geleli, yani beş buçuk aydır, ilk defa sinemaya gittim - oysa Ankara ve İstanbul'da en az haftada bir giderdim - özlemişim, duygulandım. Sinema 'iyi geliyor' bana, düze indiriyor, yorgunluk alıyor, panik dindiriyor... İtiraf edeyim hadi, sanki biraz da uyuşturuyor*, alıkoyuyor beni.

International Film Festival Rotterdam dahilinde Lost Paradise in Tokyo filmini izledim, resim filmden. Bu güzel Japon filmine, IMDb'msi notum 8. Bir filmin benden yüksek not alması için öncelikle mutlu sonla bitmesi gerekiyor; illa mutlu olmasa bile biraz ferah, olumlu olsun istiyorum sonu. Yoksa aklım takılıyor, içim burulup kalıyor. Mutluysa mışıl uykuma devam!

Bu film de olumlu bitti, ama dikkat ettim filme bol keseden not vermemişim. Amerikan olmayan, hem hemcinsler hem de karşı cinsler arasında geçen, aşktan, uyuşturucudan, kanserden veya savaştan başka konular içeren ve karakterlerin sadece bakışmakla yetinmeyip ara sıra da olsa konuştukları filmler için taban notum 7.5 diyebiliriz. Bu filmi çok sevdim aslında. Konusu, karakterlerin içinde olan ve ortada oluşturdukları psikolojik hava, renkler, diyaloglar gerçekten güzeldi; ama neden sadece 8 aldı benden? Daha filmi izlerken düşündüm bunu... Sebep galiba şu: Bu filmdeki diyaloglar oldukça sade ve açık kurgulanmasına rağmen, ben Japonmuş, Çinliymiş bu uzak doğulu insanların yüz ifadelerini çok anlayamıyorum. Seslerini kullanış biçimlerini ve cümle vurgularını da pek sevmiyorum, genel itibariyle komik veya absürd şeyler söyledikleri hissine kapılıyorum. Yani şöyle kendimi vere vere, özümseye özümseye izleyemiyorum sanırım.

Öte yandan Kim Ki-duk filmlerinin hastasıyım ve Old Boy mükemmel bir filmdir, öldürücü güzellikte hüzünlü bir öyküdür (betimleme!). Afişine bakmak bile ellerimi titretiyor. Yani belki de bu Uzakdoğulu genellemem yanlış. Korelilerle aram iyi. Bilemedim...

Bundan başka, sinemaya giderken bir şey daha fark ettim. Hafta içi, öğlen vakti bizim evden Grote Markt'a (şehrimizin göbeği, meydanına) giderken gençler, öğrenciler oluyor etrafta. Genç kızlar kol kola yürüyorlar. Marketten aldıkları kruvasanları, sandviçleri yiyorlar gülüşerek. Yüksek perdeden seslerle konuşuyorlar birbirleriyle ve etraflarıyla. Böyle tarif edebiliyorum görüntüyü, ama gördüğüm şey rahat, açık, kendine ve çevresine güvenen gençler. Gözlemlerim kızlarda yoğunlaşıyor, çünkü ben de kızım :) kardeşim de kız - uzmanlığımız/tecrübemiz bu yönde, hem de bu sarı kızlar pek şirin, pek güzel. Boylu boslular. Erkekler de kızlar gibi belirgin biçimde rahat ve güvenli mi çok dikkat etmedim ama öyle olmalı.

Bir de Ankara'nın sokaklarındaki kızları ve genç kadınları düşünüyorum. Orada kızlar burdakiler gibi bisikletle süzülüp geçmiyor, külüstür ve boğucu otobüslere doluşuyorlar. Hiçbir şey olmasa bile bu insanın keyfini kaçırır... Ve sınavdı, işti, ev düzeniydi derken yüzlerinde bir 'klişe' telaş, sinir, bir yorgunluk birikmiş oluyor bizimkilerin.

Bir de etraftaki erkeklerin yarattığı gerilim var**. Biz, değil karanlık bir sokakta yürürken rahat olmak, bize sadece laf atıldığında hatta sadece ıslık çalındığında bile rahatsız oluruz. Olmasın isteriz. İlişilmesin bize. Çünkü  o lafa karşı ne yapsan boştur, tepki vermeyiz. Lafın ötesine geçen tacizi düşünmek/söz konusu etmek bile istemiyorum ama ne yazık ki Türkiye'de gayet olasılık dahilinde. Bu koşullar ve olasılıklar içinde bizim ordaki kızlar, kendi aralarında daha münasip bir sesle konuşurlar, etrafa öyle gülücükler saçarak gezmezler, ölçülüdürler. Ne yazık ki buradaki kızlar gibi rahat, güvenli, mutlu da görünmüyorlar.

Bir Avrupa ülkesinde (kuzeydekilerde, batıdakilerde) doğmak nasıl olurdu, benim özgüvenime de katkısı olur muydu, merak ediyorum. (Kendi kendime romantik cevap, avuntu: Yaa Sezen Aksu'yu anlamadan sevmeden olur mu!..)

* Televizyonun, medyanın uyuşturması gibi hain!.. Bittabi sinemalarda da çok uyumuşluğum var. Matrix Reloaded gelmiş, ilk gününden İstanbul'da öğle vakti girmişiz AFM'ye. Morpheus ile kötü adamlar tırların üstünde dövüşüyor, orasını hatırlamıyorum...
** Sıkıcı açıklama, entel gibi: Baba, erkek kardeş ve eşin her an müdahil olabilecekleri, üzerinde söz sahibi olduklari ama diğer erkeklerin bir şekilde tehdit ettikleri bir kimlik var bizdeki kadınlarda. Namus demek istemiyorum - hiç sevmiyorum bu sözcüğü. Türkiye'de olanlar yüzünden (Pippa Bacca, Medine, kadınların bir şeyleri hak etmesi anlayışı), üzüntümden yok olup gitmek istiyorum. Yok olup gitmek isteği de pasifliğin ta kendisiymiş...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder